Ekolojist Olmadan Hayvan Haklarını Savunmak Mümkün Mü?

 Ekolojik tahribat; hayvanların yaşam alanlarının yok edilmesi, sağlıklarının bozulması ve öldürülmeleri anlamına geldiğine göre, ekolojik olmayan bir toplum; hayvanların haklarının ve sınırlarının ihlal edildiği bir toplum demektir. Öyleyse, hayvan haklarının gözetildiği bir toplumun, vegan bir toplum olmasının yanı sıra, ekolojik bir toplum da olması gerekir. Eğer hayvanları kaynak olarak kullanmaya devam ediyorsak, ekolojik bir dünya yaratmakla hayvan haklarının gözetildiği bir dünya da yaratmış olmayacağımız gibi, vegan olan ama ekolojiyi tahrip ettiğimiz bir dünya da hayvan haklarının gözetildiği bir dünya olmayacaktır. O halde, hayvan haklarını savunmak; vegan olup vegan bir dünyayı savunmanın yanı sıra, ekolojik tahribatın karşısında durmak ve ekolojik bir dünyayı savunmaktır. Bu demektir ki; hayvan haklarını savunmak için ekolojist olmak gerekir ve ekolojist olmadan hayvan haklarını savunmak mümkün değildir.
İnsan köleliğini onaylıyorken, ekolojiyi tahrip etmemiz sonucunda kölelere verdiğimiz zararın nasıl da insan hakları ile bağdaşmazlık içerisinde olduğundan bahsetmenin saçmalığı ortadadır. Hayvanların mal ve kaynak konumunu reddetmeksizin ekolojik tahribatın hayvanlara verdiği zararın sebep olduğu hayvan hakları ihlalinden bahsetmek de bundan farklı bir yerde durmaz. Ancak buna karşılık, hayvan özgürlüğünü savunduğunu beyan eden birilerinin çıkıp, hayvan özgürlüğünü savunmak için veganlığın şart olmadığından, hatta vegan olmayan birisinin sürdürdüğü ekolojik yaşayış ile hayvanlara kimi veganlardan daha fazla fayda sağlıyor
olabileceğinden bahsedebildiklerini biliyoruz. Bunun bir köle sahibinin kimi pratikleri ile kölelere kimi kölelik karşıtlarından daha fazla fayda sağlıyor olabileceğinden bahsetmekten bir farkı elbette yok. Ama ne yazık ki, şimdiye değin hayvan hakları/özgürlüğü mücadelesi ile ekoloji mücadelesi arasında ilişki kuranların çoğu, meseleyi böyle sorunlu bir şekilde ele alanlarmış gibi görünüyor. Bu durumun ekoloji ve hayvan hakları ilişkisinden bahsederken ihtiyatlı olma ihtiyacı duyulmasına sebep olmasını gayet iyi anlıyorum. Buna karşılık, bu durumdan ötürü hayvan haklarının ekoloji ile bir alakası bulunmadığını savunanların durduğu yer de, mücadele edilmesi gereken başka bir sorunlu konumlanış teşkil ediyor. Zira, ekolojik tahribatın hayvanlara zarar verdiği ve onların haklarını ihlal ettiği gerçeği yadsınamaz bir açıklıkla karşımızda duruyor.

İnsan Harici Hayvanlar Üzerindeki Tahakkümümüz ile Hesaplaşmadan İnsan Harici Doğa Üzerindeki Tahakkümümüz ile Hesaplaşabilir Miyiz?

Hayvan haklarını savunmak, insanın insan harici doğa üzerindeki tahakkümüne topyekûn karşı olmayı beraberinde getirmez. Hatta, hayvan hakları anlayışında his sahibi olmaya verilen önem, bizi hissedebilir olmayan doğanın (dolaylı olarak hissedebilir canlılara zarar verilmemesi kaydıyla) dilediğimizce muamele edip üzerinde tahakküm kurabileceğimiz bir şey diye görülmesi sonucuna götürebilir. Peki ama, insan harici hayvanlar üzerindeki tahakküm ve sömürümüz ile hesaplaşmadan, insanın insan harici doğa üzerindeki tahakküm ve sömürüsüne karşı olduğumuzdan bahsetmemiz ne kadar anlamlıdır?

Yalnız ve yalnız ekolojinin bekasını ölçüt alan bir etik üzerinden, ekolojist olmak ile hayvanlar üzerindeki tahakküm ve sömürümüzü bağdaştırmak mümkün olabilir. Ama tek baktığımız şey ekolojinin zarar görüp görmediği olduğunda, ekolojist olmak ile bağdaştıramayacağımız tahakküm ve sömürü biçimi kalmaz ve bu durum “tahakküm” ve “sömürü” kavramlarını kullanmayı anlamsız hale getirir. Tek baktığımız şey ekolojinin bekası ise; insan köleliği, ataerkil ve gerontokratik tahakküm ve sömürü, cinsiyet ve cinsellikle ilgili normların dışında kişilerin maruz bırakıldığı baskı ve şiddet kendi başlarına gayet meşru olgular olarak addedilebilirler. Bu tahakküm, sömürü ve şiddet biçimlerine karşı çıkacağımızda ise, onların varlığının ekolojiye zarar verdiğini ortaya sermemiz gerekir. Mesela Murray Bookchin, toplumun hiyerarşik bir şekilde örgütlenmesinin, insanın doğa üzerindeki tahakküm kurması ile sonuçlandığını ileri sürer. Eğer bu görüşü benimsiyorsak, ekolojik bir toplum için mücadelenin aynı zamanda toplumun hiyerarşik örgütlenmesine karşı bir mücadele olduğunu söyleyebiliriz. Ama toplum içerisindeki hiyerarşiye yalnızca ekolojik tahribata sebep olduğu için karşı çıktığını ifade eden birisini nasıl karşılarız? Bu durumda mesela gerontokratik tahakküm ve sömürüye karşı çıkmak için edeceğimiz laf şöyle bir şey olur: “Çocuklar üzerindeki tahakküm ve sömürü yanlıştır, çünkü ekolojinin zarar görmesi ile sonuçlanır.” İnsanlar üzerindeki tahakküm ve sömürüyü kendi başına meşru kabul eden birisi kalkıp doğa üzerindeki tahakküm ve sömürüden bahsederse, dediklerinin anlamlı olduğunu söyleyebilir miyiz? Böyle birisinin sözlerinde “tahakküm” ve “sömürü” kelimelerinin bir kıymeti olamaz. Hayvanlar üzerindeki tahakküm ve sömürümüz ile hesaplaşmayan birisinin doğa üzerindeki tahakkümümüzden bahsetmesi ise daha da anlamsız bir yerde durmaktadır. Çünkü, hayvanlar üzerindeki tahakküm ve sömürümüz, insanı insan harici doğa üzerinde sahip ve efendi olarak gören anlayışla çok doğrudan ilişkilidir.

Kendisine ekolojist diyenler olarak, amacı doğa ile olan ilişkimizin insan çıkarlarının sürdürülebilir bir şekilde gerçekleştirilmesini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi olan çevrecilerden farkımızı ortaya koymak için doğayı kendi başına değere sahip bir varlık olarak gördüğümüzü vurguluyoruz. Ancak, doğanın kendi başına bir değere sahip olduğunu düşüncede kabul etmek, bu değere uygun davranmış olmak için onunla olan ilişkimizde hangi somut değişikliklere gitmemiz gerektiğini açık hale getirmiyor. Tamam, ekolojiyi insan çıkarları için değil, onun kendi içinde bir değere sahip olması sebebiyle koruyacağız; ama, eğer yaşamaya devam edeceksek, doğanın hangi unsuruyla nasıl bir ilişkimiz olması gerektiğini belirlememiz gerekiyor. Aksi, söylemde onun hiçbir unsuruna ayrıcalık tanımaksızın bir bütün olarak ekolojinin iyiliğini savunuyor olmasına karşılık insanın ayrıcalıklı ve egemen konumunu dokunmadan bırakan soyut bir insanmerkezcilik eleştirisi oluyor. Bahsettiğimiz meselesinin kolayca çözüme kavuşturulabilecek türden bir mesele olmadığını kabul ediyorum. Ama şunu diyebilirim ki, insan harici doğanın özgürlüğünü savunmak; ilk bakışta çok radikal görünmesine karşılık günün sonunda insan üstünlükçülüğü ile uzlaşıveren bir ekosentrizmi benimsemek  olmamalı.

Hayvan Sömürüsü Bakımından Sorun Endüstriyel Hayvancılık Mı?

Hayvanların insanın malı haline gelmesi, yaklaşık 12 bin yıl önce gerçekleşmiş olan Neolitik Devrime tekabül eder. Neolitik Devrimin bir ayağını bitkilerin evcilleştirilip kültüre alınması oluştururken, diğer ayağını hayvanların evcilleştirilip temellük edilerek sistematik sömürüye tabi hale getirilmesi teşkil eder. 12 bin yıl önce gerçekleşen bir süreç olarak Neolitik Devrime karşılık, endüstriyel hayvancılığın bin yıllarla düşündüğümüz takdirde “daha dün” diyebileceğimiz 20 yüzyılın ürünü olduğunu göz önünde bulundurursak, sistematik hayvan sömürüsünün daha endüstriyel hayvancılığın esamesi yokken ortaya çıktığı kendisini aşikâr eder. Endüstriyel hayvancılığın yaptığı, sistematik bir sömürüyü yokken var etmek değil, bu sömürüyü yoğunlaştırmaktır.

Ancak, hayvanların mal konumunun ve hayvan kullanımının ilga edilmesini değil ama hayvancılığın hayvanların daha az acı çekmesini ve zarar görmesini sağlayacak şekilde düzenlenmesini savunan hayvan refahçıları bize sorunun endüstriyel hayvancılıktaki hayvancılık uygulamaları olduğunu söylemekte. Ana akım refahçıların yanı sıra bir kısım ekolojist ve endüstri karşıtı da meselenin hayvancılığın kendisi değil, endüstriyel hayvancılık olduğunu ileri sürmekte. Yukarıda da ifade edildiği gibi, hayvanlar üzerindeki zulüm ve sömürü endüstriyel hayvancılıkla birlikte yoğunlaşmıştır. Ancak, endüstriyel hayvancılığa karşı çıkıp, endüstri öncesi ya da endüstriyel olmayan ve (misalen Alan Savory tarafından ortaya koyulmuş olup Türkiye’de Anadolu Meraları tarafından savunulan ve uygulanan “bütüncül yönetim” gibi) ekolojik olduğu ileri sürülen bir hayvancılık biçimini meşru saymak ya da savunmak hayvanların haklarını tanımak değildir.

Çünkü, hayvancılığın her türlüsü hayvanlara eşya gibi muamele etmemiz, onların haklarını ve sınırlarını ihlal etmemiz anlamına gelir. Çünkü hayvanlar, hayvancılığın her türlüsünde malımız ve kaynağımız konumundadırlar; her türlü hayvancılık biçimde insan amaçları için kullanılır ve istismar edilirler. Hayvancılığın her türlüsü, tahakküm ve sömürüye dayalı bir ekonomi pratiğidir. Dolayısıyla, maksadımız hayvanların sınırlarını tanıdığımız bir dünya ise, mesele salt kapitalist hayvancılık olmadığı gibi, salt endüstriyel hayvancılık da değildir. Mesele salt, hayvanların endüstriyel çiftliklerin maksimum verim amacını taşıyan rasyonalizasyon mantığı ile kullanılmaları değil, birileri tarafından kullanılıyor, kullanılabilecek şeyler olarak görülüyor olmalarıdır.

Endüstrinin mevcut halinin sebep olduğu ekolojik tahribatın diğer tüm canlılarla birlikte hayvanlara verdiği zararın gayet farkındayım. Ayrıca, endüstri toplumunun vegan olduğu durumda dahi hayvanlara verebileceği zararı göz önünde bulundurunca, ekoloji mücadelesinin hayvan hakları mücadelesinin bir parçası olduğu görüşünü savunuyorum. Endüstri ve teknoloji ile hayvanların sınırlarının gözetildiği bir dünyayı inşa etme maksadı dışındaki daha pek çok sebeple hesaplaşmamız gerektiğine de katılmaktayım. Ancak, ister refahçılardan ister ekolojistlerden gelsin, hayvan meselesinin bir endüstriyel hayvancılık meselesine indirgenmesine itirazım var ve endüstriyel değil ya da ekolojik diye hayvancılığın herhangi bir biçimi ile uzlaşmam mümkün değil.

Kapitalizm ve Hayvan Sömürüsündeki Bireysel Sorumluluğumuz

Hayvanların kapitalizm yüzünden sömürüldüğünü söyleyerek naveganlığını meşrulaştırmaya çalışanlar gerçekten hiç az değil. Burada söz konusu olan retorik; hayvanların sömürülmesinin tek tek bireylerin eylemlerinin değil, bireyleri aşan, onlardan bağımsız bir güç olarak kapitalizmin sonucu olması sebebiyle, hayvan kullanımında bulunan tek tek bireylerin bir sorumluluğu bulunamayacağıdır.

Ancak, toplumu ilgilendiren meseleler arasında sadece bireylerin eylemlerinin sonucu olarak değerlendirilebilecek, bireyleri aşan bir sebebi ya da kaynağı olmayan herhangi bir mesele var mıdır? Aslına bakılırsa, irdelendiği takdirde, bireysel meseleler dediğimiz meselelerin bile bireyleri aşan birtakım sebepleri olduğu görülür. Ama insanlar söz konusu olduğunda, sorunun salt bireysel eylemlerimizin sonucu olmadığını ve salt bireysel hareket şeklimizdeki bir değişikliğin sorunu ortadan kaldırmayacağını bilsek de, başkalarının ihlal etmememiz gereken sınırları olduğunu kabul eder, hayatımıza yön verir ve diğer insanlarla ilişkilenirken bu sınırları gözetmeye çalışırız. Sorunun salt bizim eylemlerimizden kaynaklanmıyor ve bizim hareket şeklimizi değiştirmemizle ortadan kalkmayacak olmasını başkalarının sınırlarını ihlal etmeyi meşrulaştırmak için bir gerekçe olarak ileri sürmeyiz. Bunun için Kantçılığımızı ilan etmeye de gerek görmeyiz. Navegan bir hayat yaşadığımızda söz konusu olan, onlara mal ve kaynak muamelesi ederek, hayvanların sınırlarını ihlal etmektir. Aynı kabulden hareket edersek; biz vegan olduğumuz takdirde de hayvanlar mal ve kaynak muamelesi görmeye devam edecekse bile, vegan olmamakla gerçekleştirdiğimiz sınır ihlalinin sorumluluğu yine bize aittir. Tıpkı, diğer insanların biz gözettiğimiz takdirde de başkaları tarafından ihlal edilecek sınırlarını ihlal edersek, bu ihlalin sorumluluğu bize ait olacağı gibi.

Bundan başkası, bireysel eylemlerimizi ve yaşayışımızı değiştirmeksizin toplumsal bir meseleye karşı etkili bir mücadele vermenin imkânı var mıdır? Bir ayrımcılığı eylemlerimizle her gün üretirken, bir tahakküm ve sömürüye her günkü yaşantımız ile dahil olurken, o ayrımcılık, tahakküm ve sömürüye karşı gerçek bir mücadele örgütlememizin mümkün olmadığını söylemek için burjuva bireyciliğine meyletmiş olmamıza ya da Bookchin’in “yaşam tarzı anarşizmi” dediği şeye kapılmamıza gerek olmadığı kanaatindeyim. Demek istediğim açık: hayvan istismar ve sömürüsüne her gün dahil olurken, ona karşı mücadele veremeyiz.
Sorunun kapitalizm (ya da endüstri, devlet ve sair) olduğunu söyleyerek üzerindeki sorumluluğu reddedenlere benim söyleyeceklerim bunlar olur. Ancak, bireysel sorumluluktan kurtulma amacını taşıyan yukarıda açıkladığım retoriğe tepki olarak, kapitalizmin hayvan sömürüsü ile bir alakasının bulunmadığının ileri sürülmesi rastladığım bir eğilim. Kapitalizmin hayvan sömürüsü ile alakası bulunmadığı doğru olmadığı gibi, kapitalizmin hayvan sömürüsündeki rolünü yadsımadan da, neden hayvanları kaynak olarak kullanmaya devam ettikçe hayvan sömürüsünün de sorumlusu ve failleri olacağımızı açıklayabiliriz.

Talep Yaratarak Hayvanları Kurtarmak

Hayvan sömürüsünü bir kapitalist sömürü meselesine indirgeyenlere karşı, bunun bir kapitalist sömürüsü meselesinden ibaret olmadığını vurgulamak önemli. Anacak kimileri de var ki, kapitalizmin hayvan sömürüsü ile herhangi bir alakası bulunmadığını savunmakta. Bu görüşü savunanlar kapitalistlerin ille de hayvan sömürelim diye bir dertleri olmadığını, onların biz hayvansal ürünleri talep ettiğimiz için bunları üretip arz ettiklerini gerekçe göstererek bu iddialarını gerekçelendiriyorlar. Buradan hareketle, hayvan sömürüsü sorununun kapitalizm sınırları içerisinde de çözülebileceğini savunuyorlar.

Kapitalistlerin ille de hayvanları sömüreceğiz diye bir dertleri olmadığı savına itiraz edecek değilim. Hayvan sömürüsü kapitalizmin olmazsa olmaz bir yönünü teşkil etmiyor olabilir. Gerçekten de, hayvan sömürüsüne dayalı bir alanda faaliyet gösteren kapitalistlerin bu işe “İlle de hayvan sömürmeliyiz!” diyerek giriştiklerini söyleyemeyiz. Bu işten kâr elde edecekleri beklentisi onları bu şekilde hareket etmeye sevk etti. Hayvan kullanımına yer verilmeyen bir üretim alanının kendilerine daha fazla kâr sağlayacağını düşünselerdi ve koşullar da buna müsaade etseydi, o alana yöneleceklerdi. Ancak yine de, bunun kâr anlamına geldiğini düşündükleri takdirde, hayvanları sömürmekten geri durmadılar ve bugün de geri durmuyorlar. Sorun da işte bu, kapitalistlerin ille de hayvan sömüreceğiz diye bir derdi olmasa bile, kapitalizmin girişimcilerin kendileri için kâr anlamına geldiğine inandıkları takdirde bunu yapmaktan geri durmayacakları bir düzen olması.

Sömürülmemelerinin sömürünün hiçbir türlüsüne müsaade edilmeyen özgür bir dünya yaratmış olmamıza değil, bunun yeterince kârlı bulunmamasına bağlı olduğu bir dünyada hayvanların gerçekten özgür olduğundan ne kadar bahsedilebilir? Ne yazık ki bunun mümkün olduğuna gayet inananlar var. Bu inanca sahip olan kişiler, veganların sayısının artması sonucu talebin hayvansal sütten yulaf sütüne kayması ile kapitalistlerin hayvanları sütleri için istismar etmeyi bırakıp bunun yerine yulaf sütü üretmeye başlamaları ile hayvanların özgürleşeceğini ciddi ciddi ileri sürüyorlar. Mesela Magnum vegan dondurmasını piyasaya sürdüğü için sevinilmesinin bir sebebi arzu duyulan bu metaya ulaşım imkânı ortaya çıkması ise, bir diğer sebebi de, işte bu inanç. Yani bunun dünyanın veganlaşması yönünde atılmış bir adım olarak görülmesi. Sosyal medya da denk geldiğimiz, falan yerde filan vegan ürünün satılmaya başlandığını bildirip, arzının devam etmesi için bu ürünü satın almamızı salık veren paylaşımlar da genellikle aynı anlayışın ürünü.

Yine aynı anlayışa göre; mademki, kapitalistler navegan metalar yerine vegan metalar talep etmeye başlamamızla birlikte, vegan üretime yönelip, hayvanları kaynak olarak kullanmayı bırakacaklar, bahsettiklerimiz vegan metalar da olsa yarattığımız talebi olabildiğince aşağıda tutmayı savunan tüketim karşıtı veganlar hayvanların kurtuluşunun aleyhine hareket etmiş oluyorlar. Yani, talep yaratmak dünyayı veganlaştırmak için bir strateji olarak kabul edilince, tüketim karşıtlığı karşı devrimci bir konuma yerleşiyor. Bu anlayışa göre, kapitalizm ile uzlaşıyor olmak bir sorun teşkil etmediği gibi, düzen ile olan sorunumuzu “hayvanlar için” bir tarafa bırakıp, onun aleyhine çalışmamak da gerekiyor. Kâr demek olduğuna inandığında kaynaklaştırabildiği her şeyi kaynaklaştırıp yeryüzünü hepimiz için yaşanmaz hale getiren kapitalizm ve ona içkin olup tüketim kültürü tarafından desteklenen korkunç boyutlardaki meta üretimi koşullarında hayvanların sınırlarının gözetildiği bir dünyanın yaratılmasını mümkün görmemem meselenin bir tarafı. Meselenin diğer tarafı ise şu ki, içinde bulunduğumuz başka mücadeleler adına hayvan hakları ve özgürlüğü mücadelesini bir tarafa bırakmayacağımız gibi, talep yaratmamızın hayvanları kurtaracağı gibi acayip bir tezi kâle alarak, düzenle olan husumetimizi, kapitalizm ve tüketim kültürü ile olan meselemizi bir tarafa bırakacak da değiliz.

Sosyalizm ve Anarşizm Hayvan Hakları/Özgürlüğü Meselesini Sahiplenir Mi?

Kapitalizmin hayvan sömürüsünün de temeli olduğu kabulünden hareketle hayvan sömürüsünün ortadan kalkmasının da kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçtiğinin ileri sürülmesinin yanı sıra, sosyalizm ve anarşizm gibi anti-kapitalist düşüncelerin savunucularının, savundukları düşünce tüm sömürü biçimlerine karşı olduğu için, hayvan sömürüsüne de karşı olduğunu, dolayısıyla hayvan hakları/özgürlüğü mücadelesini de zaten kapsadığını savunduklarına tesadüf edebiliyoruz. Bu, doğrudan ve özel olarak hayvan hakları ve hayvan özgürlüğünü mesele edinen bir teori ve hareketin gerekliliğini yadsımak için kullanılan retoriklerden biridir ve mesela kadın meselesinden bahis açıldığında da karşımıza çıkan indirgemeciliğin bir tezahürünü teşkil eder.

Eşitlik ve özgürlük kavramlarının temel bir yere sahip olduğu hareketler içerisindeki insanların hayvan meselesi ile ilgilenmeye sağ hareketlere nispeten daha eğilimli olduklarını söylemek yanlış olmayabilir. Yahut, eşitliği ve özgürlüğü tutarlı bir şekilde savunan bir düşüncenin hayvan haklarını da tanıması ve savunması gerektiği gayet söylenebilir. Ayrıca, George Bernard Shaw, H. G. Wells gibi sosyalistlerin isimleri ünlü vejetaryenler arasında da anılır. Bir anarko-komünist olan Élisée Reclus ve Hıristiyan anarşizmi diye anılan görüşleriyle yine bir anarşist sayılan Tolstoy vejetaryendir. Paul Avrich, Anarşist Portreler isimli kitabında vejetaryenliğin “Portekiz ve İspanya’daki gibi Brezilya’daki anarşist hareket”in de bir özelliği olduğunu söyler. (Bu örnekleri, kendi zamanları için hayvanlara karşı bir duyarlılığı yansıttıkları için anıyorum; yoksa, vejetaryenlik de tüm naveganlık biçimleri gibi hayvanlara mal ve kaynak muamelesi etmek anlamına gelir.) Tarihi Brian Dominick’in Hayvan Özgürlüğü ve Sosyal Devrim isimli metninin yayınlandığı 1995 yılına kadar geri götürülebilecek, veganlık ile anarşizmin bir sentezini yapan “veganarşizm” diye bir düşünce de mevcut durumda. Hayvan özgürleştirme eylemleri ile tanıdığımız ALF (Animal Liberation Front – Hayvan Özgürlüğü Cephesi) lidersiz, yatay ve desantralize bir şekilde örgütlenip, anarşizmde temel bir yeri olan doğrudan eylemi mücadele yöntemi olarak benimsemesi bakımından anarşist ilkelerle örgütlenip eyleyen anarşist bir örgütlenme olarak biliniyor. Ancak, bu hareketler içerisinde var olan hayvan meselesini sahiplenme potansiyeline ve bu hareketler içerisinde bulunup hayvan meselesini benimseyen azımsanamayacak sayıdaki insana karşılık, sosyalizmin ya da anarşizmin verili haliyle ve zorunlu olarak hayvan hakları/özgürlüğü savunuculuğunu da içerdiğini söyleyemeyiz.

Yukarıda andığım olumlu örneklere karşılık, eğer reel sosyalizm deneyimlerini sosyalizm olarak kabul ediyorsanız, söylemeliyim ki, bugüne kadar var olmuş tüm sosyalist düzenlerde hayvanların mal ve kaynak konumu devam etmiştir. Sosyalizmin kimi önemli isimlerinin hayvan haklarına dair düşüncelerine gelirsek, mesela, Lenin’in Tolstoy’un vejetaryenliği ile dalga geçtiğini biliyoruz. Rus Devriminin Aynası Olarak Tolstoy isimli yazısında Tolstoy’dan bahisle şöyle diyor:

“Bir yanda toplumsal yalana ve namussuzluğa karşı dikkat çekici şiddette, doğrudan ve içten bir protesto, öte yanda bir ‘Tolstoycu’, yani alenen göğsünü yumruklayarak ‘ben kötüyüm, ben iğrencim, fakat ahlaki mükemmelliğin peşindeyim; et yemiyorum ve artık sadece pirinç köftesiyle besleniyorum’ diyen, adına Rus aydını denen, köhne, isterik bir miskin.”

Bir de Marx ve Engels’in ortak eseri olan Alman İdeolojisi isimli kitapta komünist bir toplumun nasıl tarif edildiğine bakalım:

“Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır.”

Yukarıda tarif edilen toplum belki insanlar için yabancılaşmadan ve sömüründen uzak bir toplum olabilir ama avcılığın, balıkçılığın ve hayvancılığın var olduğu bir toplumun hayvanlar için de sömürüsüz bir toplum olduğu söylenemez.

Anarşistlere gelirsek, mesela, kendini anarşist olarak adlandıran ilk anarşist olan Proudhon, Mülkiyet Nedir? isimli kitabında insanın hayvanlara karşı herhangi bir etik sorumluluğu olabileceğini reddeder:

“Hakkaniyet, adalet, ortaklık, canlı bir insanda kendi cinsinden bireylerle yaşanabilir ancak: Bir soydan ötekine, söz gelimi kurttan keçiye, keçiden insana, insandan Tanrı’ya, az da olsa Tanrı’dan insana geçmiş olmayacaklardı. (…) Kendi koyunlarına ve köpeklerine karşı çobanın adil olduğu söylenir mi? Hayır; altı aylık bir kuzundan iki yaşındaki bir koçtan aldığı kadar yün almak isteseydi, bir yavru köpeğin yaşlı bir köpek gibi sürüsünün gözcülüğünü etmesini dileseydi, çoban için haksız olduğu söylenmeyecek, tozutmuş olduğu söylenecekti; duygu bulunabildiği halde, hayvanla insan arasında işte ortaklık yoktur; insan hayvanları mallar gibi, denirse, duygulandırıcı mallar gibi sever, ama kişiler gibi sevmez.”

Anarko-komünist olan James Guillaume’nin anarşist ve komünist bir toplumu anlattığı Yeni Toplumsal Düzenin İnşası isimli metninde ise hayvanların toplum çıkarı için boğazlanacakları komünal mezbahalardan ve toplum yararı için boğazlanan bu hayvanların bedenlerinin komünizmin “herkese ihtiyacına göre” ilkesi doğrultusunda paylaşılmak üzere parçalanacakları komünal kasaplardan bahsedilir:

“Et için de aynı işlem yapılacaktır; hayvanlar komünal mezbahalarda kesilecek ve komünal kasaplarda işlenecektir.”

Anarşizmin tarihini anlatan Ne Tanrı Ne Efendi isimli belgeselde ise İberya Devrimi’nden bahsedilirken anarşistler tarafından özyönetimle idame edildiği söylenenler arasında başka iş kollarının yanı sıra balıkçılık, kasaplık ve deri sanayisi de sayılır:

“İspanya’nın en yüksek sanayileşmiş bölgesi Katalonya’da %75’ten fazla işyeri özyönetimle idare edilmektedir. Tramvaylar, taksiler, otobüsler, otel ve restoranlar, fırınlar, balıkçılık ve kasaplık, tekstil atölyeleri, deri ve ayakkabı sanayisi, tüm küçük ticaretler ve büyük şirketler kolektif şekilde idame edilmektedir.”

Ben vegan bir kapitalizm istemiyorum ya da hayvan haklarının “minimal devlet”in zor aygıtları tarafından desteklenen burjuva hukuku tarafından korunduğu liberal bir dünya amaçlamıyorum. Ama hayvanların bedenlerinin ve beden çıktılarının “herkese ihtiyacına göre” ilkesi doğrultusunda paylaşıldığı komünist bir dünya ile ya da hayvanların insanın tahakkümü altında olduğu anarşist bir dünya ile uzlaşmam da mümkün değil. Sınıfsız ve devletsiz bir dünya için mücadele eden ama hayvanların mal ve kaynak konumunu onaylamaya devam edenlerle, benim de sınıfsız ve devletsiz bir dünya amacını paylaşıyor olmam bakımından aynı mücadele içerisinde bulunuyor olabiliriz ama mevzu hayvanların özgürlüğüne geldiğinde bu kişilerle ayrı taraflarda bulunduğumuzu açıkça belirtmeyi elzem görüyorum.

Kapitalizmin Alt Edilmesi Hayvanların Özgürleşmesi Anlamına Gelir Mi?

Hayvan haklarını ve özgürlüğünü savunmak, ilk olarak, hayvanların mal ve kaynak konumuna karşı çıkmakla olur. Ancak, bunu söyledikten sonra hayvanların malımız ve kaynağımız olmasına karşı çıkmanın ne anlama geldiğine de açıklamak gerekiyor. Doğrudan ve açıkça söylemeliyiz ki, hayvanların mal ve kaynak konumuna karşı çıkmak; en başta hayvancılığa karşı çıkmak demektir.

Doğrudan ve açıkça söylememiz gereken bir başka şey ise şu: “Hayvanların mal ve kaynak konumuna karşı çıkmak; hayvancılığa karşı çıkmaktır” derken, hayvancılığa topyekûn karşı olmaktan bahsediyoruz. Bu ise, hayvanların kapitalistin kâr maksimizasyonu maksadı doğrultusunda pazar için metalara indirgendikleri kapitalist ekonominin bir parçası olan hayvancılığa karşı olmak anlamına geldiği gibi, hayvanların metalara değil ama, bütün bir toplumun çıkarı için kullanım değerlerine indirgendikleri kapitalizm sonrası bir toplumdaki hayvancılığa da karşı olmak anlamına gelir. Çünkü meselemiz hayvan hakları ise, sorun olarak görmemiz gereken safi, hayvanların kapitalist çiftlikte kapitalist özel mülkiyetin konusu olması değildir; hayvanların insanın insanı sömürmediği sosyalist ya da komünist bir toplumda tüm toplumun çıkarlarına hizmet eden kolektif mülkiyetin konusu olması da aynı raddede bir sorundur. Sorun safi hayvanların meta halini alması değildir. Meta, kullanım değerinin yanında değişim değerine de sahip olan bir maldır. Hayvanları meta olmaktan çıkarmaktan kastımız onları pazar için değişim değerleri haline getirmeyi son vermekten ibaret ise, bu, hayvanları sadece kullanım değerine sahip olan mallar haline getirmekten bahsettiğimiz anlamına gelir. Ve hayır; hayvanlara meta haline getirmememiz gerektiği gibi, onlara, bütün bir toplumun çıkarı için de olsa, kullanım değerleri olarak da muamele etmememiz gerekir.

Ancak, her türlü sorunun sebebini özel mülkiyete ve sınıflara, daha özelde de kapitalizme indirgeyen ortodoks sosyalist anlayış, hayvanların katledilmesi ve sömürülmesi meselesi mevzu bahis olduğunda da karşımıza çıkar ve bize hayvanların sömürülmesinin sebebinin de kapitalizm olduğunu ve hayvanların özgürlüğü için mücadele etmenin yolunun da kapitalizme karşı mücadele etmekten geçtiğini söyler. Bu anlayışı eleştirme lüzumu görüyorum ve bu lüzumu görmemin sebebi liberal olmam ya da insan harici hayvanların sömürüsü ile kapitalizm ve sınıflı toplum arasında bir alaka bulunmadığını düşünmem değil. Bu anlayışta sorunlu bulduğum taraf, insan harici hayvanların sömürülmesini kapitalist sömürü meselesine, hayvanların özgürlüğü için verilecek mücadeleyi ise kapitalizme karşı verilecek bir mücadeleye indirgemesi. Bunu böyle kabul etmek; hayvan hakları ve özgürlüğü için verilecek ayrı bir mücadeleyi gereksiz ve anlamsız ilan etmek ve kapitalizme karşı mücadele edenlerin ise, vegan olsunlar ya da olmasınlar, zaten hayvanlar için de mücadele ettiklerini iddia etmek anlamına gelmekte.

Yukarıda da söylendiği gibi, bu indirgemecilik hayvan meselesine özel değildir. Aslında mevzu bahis olan, daha önce başka meseleler için ortaya koyulmuş indirgemeci bir formülün hayvan meselesine uygulanmasıdır. Mesela kadının ezilmesinden ve sömürülmesinden mevzu açıldığında, bu indirgemeci anlayışa sahip olanlar, kadının ezilmesinin ve sömürülmesinin sebebinin özel mülkiyet, sınıflı toplum ve kapitalizm olduğunu, bundan ötürü, kadının kurtuluşu için mücadele etmenin, kadınların, bu mesele özelinde ayrı örgütlenmeler meydana getirmek yerine, erkek işçi kardeşleriyle birlikte örgütlenip, kapitalizme karşı mücadele etmeleri ile aynı anlama geldiğini söylerler. Bu, kadının ezilmesi ve sömürülmesine karşı mücadele edilmemeli demenin sadece daha dolambaçlı bir halidir. Kürt halkının ezildiğinden bahsettiğimizde, devrimin bu sorunu da çözeceğini, temel mesele kapitalizm olduğu için Kürtlerin bağımsız ya da özerk örgütlenmesinin doğru olmadığını, onlar için doğru hareket şeklinin Türkiyeli sosyalistler ile aynı örgütlerde örgütlenip, devrim için birlikte mücadele etmek olduğunu savunanlar da aynı indirgemeciliğin daha tanıdık olan başka bir örneğini ortaya koyarlar. Endüstriyelizme, kalkınmacılığa, ilerlemeciliğe dair bir eleştiri getirmeksizin safi kapitalizmden bahsederek ekolojik yıkımı açıklayabileceğini düşünen ve kapitalizmin ortadan kalkmasını tek başına ekolojik yıkımın çözümü olarak sunanlar da diğer bir örneğini.

 

Bir Efendi İdeolojisi Olarak Vejetaryenlik

Vejetaryenlik, hayvanları öldürmemizin yanlış olduğu ama onları mülkümüz haline getirmemizin ve kaynak olarak kullanmamızın meşru olduğu kabulüne dayanır. Yani, vejetaryenlik, hayvanlar üzerindeki efendiliğimizi, tahakküm ve sömürümüzü mesele etmeyip onaylarken, sahipleri olarak hayvanlara canlarını almama lütfunu göstermemizi etik bir davranış bir şekli olarak ileri sürer. İçinde yaşadığımız dünyada hayvanların kitlesel katli günlük rutinin normalleşmiş bir parçası olduğu için, mallarına canlarını almama lütfunu bahşeden bir sahip olduğumuz düşüncesi vicdanımızın yatışmasına ve kendimizden memnuniyet duymamızı yarar. Öyle ya, diğer sahipler mallarına bu lütfu da göstermezken, biz hiç de zorunda olmadığımız halde bu fedakarlıkta bulunuyoruzdur. Karşı olduğumuzu ileri sürdüğümüz ve bizim dahil olmadığımızı düşündüğümüz hayvanların her günkü katli, vejetaryen de olmayanlarla paylaştığımız sahip ve sömüren konumumuza rağmen kendimizle barışık olmamızın, rahat bir vicdanla yaşamamızın aracı haline gelir. Hayvanların katline karşı olduğumuzdan ziyade, hayvanların katli sayesinde kendimizle barışık ve temiz bir vicdanla yaşarız. Böylece hayvanlarla olan ilişkimizde temelden yanlış bir şeyler olabileceğini sorgulamayız. Yani, diyebiliriz ki, vejetaryenlik, hayvanlarla olan ilişkimizi adil hale getirmek için atılan adımlardan biri olmaktan ziyade, adaletsizliğin devamına yarayan bir efendi ideolojisidir.

Dahası ise şu ki, vejetaryenlik pratiği, kendi kabulleri ile de tutarlılık içerisinde değildir. Çünkü süt, yumurta, yün gibi hayvansal et dışındaki hayvansal ürünlerin elde edilmesinin hayvanların katli ile alakası olmadığı zannına dayanmasına karşılık bu zan gerçeğe uygun değildir.

Süt vermesi için hamile bırakılan ineğin dişi buzağıları süt kaynağı olarak kullanılmak üzere hayatta tutulurken, aralarından ileride damızlık olarak kullanılacak olanlar ayrıldıktan sonra, erkek buzağıların gittiği yer ise kasaptır. Damızlık olarak kullanılmak üzere ayrılan erkek buzağıların kaderi ise, insan efendiler tarafından kaynak olarak kullanılacak yeni buzağılar elde edilmesi amacıyla cinselliğinin kontrol edilmesi ve sömürülmesidir. Şunu hatırlamalı ki, insanların cinselliklerinin kontrol edilmesi söz konusu olduğunda bu durumu pek iyi sıfatlarla nitelemeyiz.

Dişi buzağıların kaderi ise süt salgılaması ve et ya da süt kaynağı olarak kullanılacak yeni buzağıların üretilmesi için sürekli hamile bırakılarak doğurganlıklarının sömürüldüğü bir hayat yaşamaktır. Ama süt kaynağı olarak kullanılmak üzere hayatta tutulan o dişi buzağıların akıbeti de erkek buzağılarınki gibi kasaptır. Çünkü inekler, bir süt kaynağı olarak verimsiz hale geldiklerinde kasabın yolunu tutarlar; böylesi insan efendinin çıkarınadır. Böylece kaynak olarak kullanılacak yeni hayvanlar üreten doğurgan bir beden ve bir süt kaynağı olarak sömürülerek yaşadıkları hayatları, et kaynağı olarak sömürülmek üzere katledilmeleri ile sona erer.

Yumurta üretiminde ise, “serbest-gezen” diye adlandırılarak etik ve insancıl olduğu vurgulanan yumurta üretim pratiği dahil olmak üzere, erkek civcivlerin öldürülmesi bir kuraldır. Neden öldürülürler? Çünkü yumurtlamadıkları için insan efendinin işine yaramazlar. Ama, insan efendi bunu hiç istemese de, yumurtalardan dişi civcivlerin yanı sıra erkek civcivler de çıkar. Yumurtlayacakları için hayatta tutulan tavukların hayatına devam edebilmesi ise, insan efendinin verimli bulacağı denli yumurta yumurtlamaya devam etmelerine, yani yumurta verimlerinin sürmesine bağlıdır.

Peki, yününü giydiğimiz koyunun süt kaynağı olarak kullanıldıktan sonra kasabın yolunu tutacak koyundan başka bir koyun olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ya da, yününü giydiğimiz koyun, vejetaryen de olmayan naveganlar etini yesinler diye kasabın yolunu tutan kuzu ve koyunları doğuran koyundan başka bir koyun mu?

Vejetaryenlik, bir tarafta hayvanların yalnızca et kaynağı olarak kullanılmak üzere üretildikleri, dolayısıyla öldürüldükleri bir hayvancılığın; diğer tarafta ise yalnızca sütleri, yünleri, yumurtaları için kullanıldıkları ve bu yüzden öldürülmedikleri başka bir hayvancılığın var olduğu bir dünyada yaşıyormuşuz gibi acayip bir düşünceye dayanır ve bu düşünceyi yeniden üretir. Ancak, insan efendinin sütünden, yününden, yumurtasından yararlanmak için, yani bir kaynak olarak dünyaya getirmekte, bunun için cinselliklerini, doğurganlıklarını kontrol etmekte bir beis görmediği hayvanları çıkarına gördüğü takdirde öldürmesinde öngörülemeyecek ya da şaşılacak bir taraf var mı? Ya da, toplum bir mülk olarak sahibi olduğu ve kaynak olarak kullanmak üzere dünyaya getirdiği birilerinin hayatını ne kadar önemseyebilir? Peki, daha da önemlisi, insan hayatını önemsediğini birilerini mülkü ve kaynağı haline getirir mi?

Yavrusunun İhtiyaç Duyduğundan Fazla Süt Veren İnekler Meselesi

Hayvansal süt tüketiminin meşru olup olmadığını, hayvanın sadece yavrusunun ihtiyacı kadar mı, yoksa daha fazla mı süt sağladığı üzerinden tartışıyoruz. Eğer meselemiz buysa, arkadaşlar; malımız olan bu hayvanları daha fazla sömürebilmek için onların evrimlerini “hayvan ıslağı” denilen uygulamayla manipüle ederek yavrularının ihtiyacından daha fazla süt salgılayan inekler meydana getirme başarısını gösterdik. Bu süreç 12.000 yıl önce Neolitik Devrim ile başladı. 12.000 yıl önce hayvanları evcilleştirerek onları daha az zahmetle ve daha verimli bir şekilde sömürebildiğimiz uysal ve itaatkar kimseler haline getirdik. Sömürümüzü daha kolay ve daha verimli kılmak için daha uysal ve sütü, eti, yünü diğerlerine kıyasla daha fazla olan hayvanları sürekli bir şekilde çoğaltma yoluna gittik. 20. yüzyıla geldiğimizde hayvan ıslağı bilimden çok daha fazla yararlanılan bir alan olarak çok daha etkili ve çabuk sonuç veren bir uygulama olarak devam etti. Yavrusunun ihtiyaç duyduğundan daha fazla süt veren bir hayvanın fazla sütünü kullanmamızın meşru olup olmadığı tartışması işte böyle bir tarihsel sürecin sonucunda, böyle bir tarihsel bağlam içerisinde söz konusu oldu. Hayvancılıkla ilgili etik ve politik sorunu ortadan kaldıran ve şu hayvanların sütünü vicdanımız rahat bir şekilde nasıl kullanırız diye dertlenen duyarlı insanlarımızın yüreğine su serpen bu başarımızı kutluyorum. Evet, arkadaşlar, hayvansal sütünüzü gönül rahatlığıyla içebilirsiniz, afiyet olsun.

Eğer bal tüketmemenizin sebebi de, “Arıların da bütün balını alıp, yerine şekerli su koyuyorlar, bu nasıl insafsızlık” diye dertlenmeniz ise, arıların balının sadece ama sadece üçte birini alıp, üçte ikisini arılara bırakma yüce gönüllüğünü göstererek arıcılık yapanların da bulunduğunu bildirmek isterim. Üstelik, kovanları oradan oraya gezdirerek arıların nektar bulmasına yardımcı oluyorlar. Bu sömürü müdür? Buna, anarşist arkadaşlar için tanıdık olan tabirle, olsa olsa “karşılıklı yardımlaşma” denebilir. Hem veganlar bile bu baldan alıyormuş.

Dikkat edelim de, hayvan sömürüsüne karşı bilinç ve duyarlılık oluşturmaya çalışırken “mutlu sömürü”nün ya da “sömürüsüz sömürü”nün reklamını yapıyor olmayalım. Bu yüzden, hayvanlarla olan ilişkimizi radikal bir şekilde sorgulamalıyız. Bu ilişkideki esas sorunun hayvanları daha az ya da çok, daha iyi ya da kötü davranarak sömürmemiz değil, hayvanların malımız ve kaynağımız durumunda bulunması olduğunu vurgulamalıyız. Hayvancılığın her türlüsünde hayvanlarla olan ilişkimizin tek yanlı karar verici olduğumuz, özgür anlaşmalara dayanmayan, dolayısıyla hayvanlar üzerinde egemen ve efendi konumunda bulunduğumuz bir ilişki olduğunu ortaya koymalıyız.

Tahakküm ve sömürü karşısında bir duyarlılığımız olabilir ve bu duyarlılığı hayvanlara da yansıtmaya çabalıyor olabiliriz. Ama bu sürecin ilk neticelerinin hayvanlar üzerindeki tahakküm ve sömürümüze daha yumuşak bir görünüş verip vicdanımızı rahatlatma ve böylece mevcut durumu devam ettirme yönündeki çabalar olarak kendini göstereceği konusunda uyanık olmalıyız.

 

 

Ne Olacak Bu Sentiyosentrizmin Hali?

Başlıkta “sentiyosentrizm” diye bir kelime geçtiği için, aşağıda temelli yabancı bir mevzudan bahsediliyormuş gibi görünebilir. Terimin “yabancılığına”, şimdiye kadar herhangi bir Türkçe metinde rastlamadığım için ben de katılıyorum. Ancak terim kulağa “yabancı” gelse de terim üzerinden tartıştığımız mevzunun o kadar da yabancısı olmadığımızı, esas itibariyle, bir yerlerde veganlara sorulduğuna denk gelmiş ya da bizzat sormuş olmanız hiç de az muhtemel olmayan “Bitkilerin de canı yok mu?” sorusu ile ve veganların ekserisinin bu soruya nasıl cevap verdiği ile alakalı olduğunu söyleyebilirim.

Bu soru veganların en sık karşı karşıya kaldığı sorulardandır. Kimi veganlar bu sorunun saçma bir soru olduğunu ve onunla karşılaşmaktan bıktıklarını ifade eder. Veganlığı diğer insanlara anlatmayı daha fazla dert edinen başkaları ise, biz bu soruyla defaatle karşılaşmış olsak bile, karşımızdaki kişinin bu soruyu ilk defa soruyor olabileceğini ve bize düşenin; bu soruyu ve naveganlar tarafından bize yöneltilen diğer soruları olabildiğince iyi bir şekilde cevaplamaya çalışmak olduğunu söyler. Verilen cevap ise, meselenin canlılık değil hissebilirlik olduğu ve bitkiler ile insanlar ve -insan dışı- hayvanlar haricindeki diğer canlıların hissedebilirlikten yoksun olduğu açıklamasıdır. İşte, bir veganın hayvanları bitkilerden ayrı bir yere koymasının gerekçesi olarak hissedebilirliği ileri sürdüğünde savunmuş olduğu bu konum, sentiyosentrizmdir.

Bu açıklama mukabilinde “Ama bitkiler de hissediyor!” itirazıyla karşılaşmak çok muhtemel olduğu için, hayvanları bitkilerden ayıranın hissedebilirlik olduğu cevabını bitkilerin neden hissedebilirliğe sahip olmadıklarına dair, çünkü bunun için şart olan sinir sistemine sahip olmadıkları, çünkü hissedebilirliğin bitkilerde bir işlevi olamayacağı gibi açıklamalar takip eder. Bununla birlikte, bitkilerin de hissedebilir olduğu savı, veganlığa karşı bir itiraz teşkil ederse de, sentiyosentrizme karşı bir itiraz değildir; eğer bitkiler de hissedebilir canlılar ise, bu, sentiyosentrizmin haksız olduğu anlamına değil, sentiyosentrist etiği benimseyen kişinin, insanlar ile insan harici hayvanların yanına bitkileri de koyması gerektiği anlamına gelir. Sentiyosentrizme itiraz etmek, hissedebilirliğin hayvanları bitkilerden ayrı bir yere koymak için geçerli bir kıstas teşkil etmediğini söylemekle olur. Bu itiraz genellikle, “Bitkilerin de canı yok mu?” sorusunu saçma bir soru olarak gören ve ondan bıktığını ifade eden veganlar tarafından olduğu gibi, bu soruya sabırla cevap vermeye çalışan veganlar tarafından da uzun boylu üzerinde durulacak bir mesele olarak görülmez. Buna karşılık, bir veganın yukarıda bahsettiğim cevap ve açıklamaları onun vegan stantta konuştuğu birileri için nispeten kolay bir şekilde tatminkar bulunabilir olsa da muhatapları, ekoloji hareketi içerisindeki kimseler olduğu takdirde işler değişebilir ve bu mevzu çevre etiği tartışmalarında -sadece hayvan hakları meselesini değil, aynı zamanda insan hakları meselesini de alakadar eden- önemli bir tartışma konusunu teşkil eder. Evet, çok uzatmış olmaktan çekindiğim bu açıklamadan sonra esas gelmek istediğim mevzuya geçebiliriz.

Aylardır okumak niyetinde olduğum Dale Jameson’un “Etchics and Environment” (Etik ve Çevre) adlı kitabının bilhassa ilgimi çeken kimi başlıklarını geçenlerde okudum. Bu başlıklardan biri de biyosentrizm başlığıydı. Kitap biyosentrizmi, hayvan hareketindeki hakim görüş olan sentiyosentrizm (duyarmerkezcilik, hismerkezcilik) ile olan tartışması üzerinden anlatıyor. Bu başlığı okuduğumda gördüm ki, canlılığı etik topluluğa mensubiyetin kıstası olarak gören biyosentrizm ile bu kıstasın hissedebilirlik olduğunu ileri süren sentiyosentrizm, etik bakımından önemli olmanın doğrudan ve yalnız çıkarlara sahip olmak ile akalı olduğu konusunda ortaklaşıyorlar. Gözetilmesi gereken sınırları, zarar verilmemesi gereken çıkarlar üzerinden tayin etmek konusundaki bu ortaklaşmanın hayvan hareketinde uzun süredir hakim olan ve hayvan hareketinin etkisi ile çevre etiği tartışmalarına da sirayet eden sonuçsalcı ve yararcı düşüncenin devam eden hegomonyasının bir sonucu olduğunu ve bu sonucun da kaynağı olan şeye, yani sonuçsalcılık ile yararcılığa çıkmamasının olanağının bulunmadığını düşünüyorum.

Biyosentrim ile sentiyosentrizmin tartışmasına gelirsek; sentiyosentrizm diyor ki, hissedebilir canlılar etik olarak gözetilmesi gereken varlıklardır, çünkü çıkarlara sahiptirler. Biyosentrizm ise çıkarlara sahip olmanın hissedebilirliğin sonucu olmadığını, canlı olan her varlığın çıkarları bulunduğunu ve hissedebilirliğin bu çıkarları korumak ve gerçekleştirmek için var olan pek çok araçtan sadece biri olduğunu söyleyerek sentiyosentrizme itiraz ediyor. Sentiyosentristlerin bu itiraza cevabı ise, gerçek anlamda çıkarlara sahip olmanın, canlının başına gelenlere önem vermesi koşuluna dayandığı ve başına gelenlere önem verenlerin yalnız hissedebilir canlılar olduğu.

Yararcılık haz ve acı kavramlarını temel aldığı, yani yararcılık için hissedebilirliğin çok elzem bir yeri olduğu halde, biyosentrizmin, hissedebilirliği merkeze alan bir etik anlayış olan sentiyosentrizme karşı çıkarken bile, yararcılığın kullanıma soktuğu çıkar kavramını kullanması, argümanlarını bu kavramın haklı bir etik anlayışın temeli olarak meşruiyetini kabul ederek onun üzerinden kurması, yararcılığın hegomonyasının gücünü ortaya koyuyor. Ama ben yararcı etiğin hegomonyasının biyosentrizm üzerindeki etkisinin nasıl bir durum ortaya çıkardığından ziyade, sentiyosentrizmin biyosentrizme karşı kendisini nasıl savunduğu meselesini ve sentiyosentrizmin mevcut hâlini dert ediyorum ve esas itibariyle bu konu üzerine söz söylemek istiyorum.

Gözetilmesi gereken sınırların ve hakların, zarar verilmemesi gereken çıkarlar üzerinden kurulmasını sorunlu buluyorum. Çünkü, bir hakkın, zarar verilmemesi gereken bir çıkara işaret ettiğini söylersek, herhangi bir çıkara zarar vermeyen bir eylemin bir hak ihlali teşkil edemeyeceğini kabul etmiş ve ileri sürmüş oluruz. Bu düşünce, yararcılığın ta kendisidir ve bana kalırsa, asla geçilmemesi gereken bir sınır olarak hak kavramı ile bağdaşmaz. Bir düşünelim; bir hakkın ihlal edildiğinden bahsederken, bunu hakkı ihlal edilen kişinin zarar verilen çıkarının hesabını yaparak mı söyleriz? Ortada bir hak ihlali olup olmadığını ve bunun derecesini belirlemek bir çıkar hesabı işi midir? Bunu söylemek, bir eylemin hak ihlali olup olmamasının ve hak ihlali olduğu durumda da ne kadar büyük bir hak ihlali olduğunun her durum için değişeceğini söylemek değil midir? Sonra, hakkı ve hak ihlalini çıkar üzerinden tanımlıyorsak, yaşamı dert ve sefalet içinde geçen ve öyle de geçecek olan, hayattan elde edeceği haz ve kazançların, yaşayacağı acı ve kayıplar yanında hiçbir şey ya da pek az bir şey kalacağı kişi ile hayatı gönenç ve haz içinde geçen ve geçecek olan kişinin aynı derecede yaşama hakkına sahip olduğunu, hatta, birinci kişiyi, yani bedbaht olanı öldürdüklerinde ortada bir hak ihlali bulunacağını söyleyebilir miyiz? Söyleyebiliriz, diyenler arasında, önem arz edenin öldürülen bedbahtın yaşama isteği olduğunu; yaşamak yönünde iradesi olan birisinin yaşamaktan çıkarı ve bu çıkarın sonucu olarak yaşama hakkı bulunacağını ileri sürenlerin yer aldığını biliyorum. Bentham ve Bentham gibi yararcı olan, refahçılığın peygamberi Peter Singer’ın hayvanların yaşamaktan çıkarı olduğunu reddederken bu reddedişlerine hayvanların daimi bir şimdiki zamanda yaşadıkları, geçmiş ve gelecek algısından yoksun bulundukları için yaşamaya devam etmek yönünde bir iradeye sahip olmadıklarını gerekçe gösterdiklerini göz önünde bulundurunca, yukarıdaki argümanın yararcılık ile olan ilişkisi kendisini aşikar ediyor ve hakkın çıkar üzerinden tanımlanmasına ihtiyatla yaklaşılması gerektiği gibi, çıkarın istemek, irade etmek üzerinden tanımlanmasına da ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor.

Yukarıdaki argümanı ileri sürdüğümüzde, yani bedbaht olan kişinin yaşama iradesi olduğu için yaşamaktan çıkarı olduğunu söylediğimizde, sentiyosentrizmin biyosentrizme yönelttiği, gerçek anlamda çıkara sahip olmanın başına gelenlere önem vermek ile aynı anlama geldiği şeklindeki itirazı yinelemiş oluyoruz. Ama, bir şeyi istiyor, bir şeyi diliyor olmanın o şeyin bizim çıkarımıza olduğu anlamına geldiğini o kadar kolay ileri sürebilir miyiz? İstediğimiz ile çıkarımıza olan arasında böyle bir özdeşlik kurulabilir mi? Çıkarımıza olmayan şeyleri isteyip irade ettiğimiz olmaz mı? Bana söz konusu özdeşliği kabul ettiğimizde kapitalizmin tüketim kültürünün, arzu etmemizi sağladığı her metayı da çıkarımıza saymamız gerekir gibi görünüyor, ki bence bu meseleyi ele alırken kapitalizm ve tüketim kültürü ile yararcı etik arasındaki ilişkiye dair söylenenlere de bir bakmamız gerekiyor. Değinmekten kendimi alamadığım kapitalizm ile yararcılık ilişkisini bir tarafa bırakır da ele almakta olduğum örneğe dönecek olursak; bedbaht kişinin yaşama iradesine sahip olduğu için yaşamaktan çıkarı ve yaşama hakkı olduğu iddiası ile ilgili sormak istediğim bir diğer soru ise şu: Bu bedbaht yaşamayı çıkarına görmüyorsa ve yaşamak yönünde bir iradeye sahip değilse, onun yaşama hakkının da bulunmadığına ve birileri onu öldürdüğü takdirde ortada bir hak ihlali olduğundan bahsedemeyeceğimize mi hükmetmek gerekiyor?

İçkin değer/araçsal değer ikiliğini, yani varlıkları içkin değere sahip olanlar ve içkin değere sahip olanlar için burada bulunan salt araçsal değere sahip varlıklar olarak ayırmayı, hayvan hareketinde de karşılaştığımız bu Kantçı ve Stoacı ayrımı her tarafta kaynaklaştırılacak, sömürülecek, istismar edilecek bir şeyler arayan sömürgen zihniyetin neticesi olarak görüp reddetsem ve etik topluluğa mensubiyetin tek kıstası olarak hissedebilirliği görmesem de hissedebilirliğin benim için de ayrı bir yeri olduğunu ve bu bakımdan, katı bir tanesi değilse de bir sentiyosentrist olarak tanımlanabileceğimi söyleyebilirim. Ancak sentiyosentrizmin mevcut ya da hakim halinde çıkar ile hak arasında kurulan ilişkiyi, esas itibariyle yararcılığın hayvan hareketindeki hegemonyasının sonucu olarak kurulduğu kanaatinde olduğum bu ilişkiyi, en azından bu haliyle kabul etmiyorum. Bence bu halin nasıl bir hal olduğunun çok önemli bir örneğini yararcılığın bir sonucu olan refahçılığa karşı en çok savaşanlardan biri olan Gary Francione, hayvanların hakları olduğunu savunurken bunu “hayvanların kendileri için önemli olan çıkarları”ndan bahsederek ve hakkı birinin çıkarlarına zarar verilmesinin önündeki bir duvar olarak tanımlayarak veriyor. Francione’un Peter Singer gibi refahçılarla olan tartışması bence de çok kıymetli, ancak Francione bu tartışmayı Peter Singer ile aynı zemini paylaşarak yapıyor ve bu durum bir tutarsızlık ortaya çıkarıyor.

Francione’un hayvanlar mal olarak kalmaya devam ettikçe onların çıkarlarının her zaman mal sahibi insanların çıkarları için feda edileceği tespitini de çok önemli buluyorum. Hem hayvanların “mal” konumunun devam ettiği hem de onların çıkarlarının gerçekten gözetildiği bir dünya bence de mümkün değil, ancak Francione’un bu tespiti kurumsal bir mesele olarak hayvancılık ile ilgili bir tespit ve hayvanları kullanmanın kendi başına neden yanlış olduğuna dair bir şey söylemiyor ve genel bir durum olarak hayvanların mal konumu ile onların çıkarlarının insan çıkarları için feda edilmesi arasında kurduğu ilişki çok haklı olsa da hayvanların mal konumunun devam ettiği koşullarda da hayvanların onların çıkarları gözetilerek kullanılabileceği muhtemel istisna hallerini konunun dışında bırakıyor. Muhtemel istisna hallerinin ise, yalnızca ilkesellik değil, aynı zamanda “pratik” mevzu bahis olduğunda da önemli olduğu kanaatindeyim. Çünkü istisna halleri üzerinden kurulan söylemler, o istisna halleriyle hiç alakası olmayan mevcut gerçekliğin devam ettirilmesi için kullanılabilir, ki rehafçılığın yaptığı da budur. Refahçılık, mantıken olanaklı olsa da gerçeklikle alakası olmayan “mutlu sömürü” söylemi ile insanların vicdanını rahatlatarak, yalnızca sömürü ve istismarın değil, hayvanların çektiği acı ve eziyetin de devam etmesine hizmet ediyor. Bu yüzden, hayvanları kullanmanın kendi başına, yani sebep olduğu acı ve eziyetten bağımsız olarak da neden yanlış olduğu meselesi, “realist” ve “rasyonalist” olanlarımızca da gerçekliğe, yani hayvanların çektiği acı ve eziyete etkisiz denilerek bir tarafa atılabilecek bir mesele değil. Ama şunu vurgulamayı da elzem görüyorum: Hakkın ve hak ihlalinin ne demek olduğu meselesi, bu konu özelinde ise hayvanları kullanmanın neden yanlış olduğu meselesi, çıkarlara zarar vermeden hak ihlal edebildiğimiz, istismar edip sömürebildiğimiz bir dünya yalnızca mantıken değil, aynı zamanda pratikte de mümkün olsaydı bile önemli olurdu; çünkü yine ortada hak ihlali, istismar ve sömürü olurdu.

Hissedebilirlik ile hak arasındaki ilişkinin çıkar kavramı üzerinden açıklanmasının ya da bu açıklamanın rağbet görmesinin bir sebebinin de temelleri sağlam olan bir etik arayışı olduğunu düşünüyorum. Bu kaygı, Bentham’ın etiği matematikleştirerek ona bilimsel bir görünüm verme çabasında da kendisini gösteriyor. Etiğin çıkar kavramı gibi somutmuş izlenimi veren bir kavram üzerine inşa edilmemesi halinde temelsiz, romantik ve mistik bir hal alacağı düşünülüyor. Halbuki etiğin temeline daha maddi, daha elle tutulur bir şey olarak anlaşılabilecek çıkarı koyduğumuzda da, çıkarları gözetmenin ve gerçekleştirmenin neden iyi, onlara zarar vermenin ise neden kötü olduğu sorusu cevapsız kaldığı için, bu şekilde meydana getirdiğimiz etik daha temelli bir etik olmuyor. Ama ister yararcılığın hayvan hareketindeki hegomonyasından, isterse de etik üzerine söz söylerken metafiziğe, mistisizme, romantizme düşmeme kaygısından ileri gelsin, “Hayvanların hayatta kalmayı önemsemedikleri için yaşamaya devam etmekten çıkarları yoktur, bu yüzden onları canlarını yakmadan öldürebiliriz” diyen Bentham ve Singer’a karşılık “Hissedebilir her canlı yaşama iradesine sahiptir ve dolayısıyla yaşamaktan çıkarı vardır, bu yüzden öldürmemeliyiz” diye argüman üreten bir Francione’dan ve Francione’un böylece bir örneğini teşkil ettiği sentiyosentrizmden hiç hoşnut değilim (Francione’dan başka sebeplerle de hoşnut değilim aslında). Elimize çekici alıp, hayvan etiği tartışmalarında egemen olan yararcı temeli kırmak gerekiyor.

Gerçi etik topluluğa mensubiyetin kıstası olarak ileri sürdüğü bir-hayatın-öznesi olma vasfı hissedebilirlikten daha fazlasını gerektirdiği için sentiyosentrist sayılmaz, ama liberal olduğundan mıdır nedir, Kantçı dediğimiz Tom Regan bile Kafesler Boşalsın isimli kitabında hakkı Francione gibi bir çıkara zarar verilmesini engelleyen bir duvar olarak tanımlayarak bana “İyi de, sen Kantçısın, ne diyorsun?” dedirtiyor.