Ne Olacak Bu Sentiyosentrizmin Hali?

Başlıkta “sentiyosentrizm” diye bir kelime geçtiği için, aşağıda temelli yabancı bir mevzudan bahsediliyormuş gibi görünebilir. Terimin “yabancılığına”, şimdiye kadar herhangi bir Türkçe metinde rastlamadığım için ben de katılıyorum. Ancak terim kulağa “yabancı” gelse de terim üzerinden tartıştığımız mevzunun o kadar da yabancısı olmadığımızı, esas itibariyle, bir yerlerde veganlara sorulduğuna denk gelmiş ya da bizzat sormuş olmanız hiç de az muhtemel olmayan “Bitkilerin de canı yok mu?” sorusu ile ve veganların ekserisinin bu soruya nasıl cevap verdiği ile alakalı olduğunu söyleyebilirim.

Bu soru veganların en sık karşı karşıya kaldığı sorulardandır. Kimi veganlar bu sorunun saçma bir soru olduğunu ve onunla karşılaşmaktan bıktıklarını ifade eder. Veganlığı diğer insanlara anlatmayı daha fazla dert edinen başkaları ise, biz bu soruyla defaatle karşılaşmış olsak bile, karşımızdaki kişinin bu soruyu ilk defa soruyor olabileceğini ve bize düşenin; bu soruyu ve naveganlar tarafından bize yöneltilen diğer soruları olabildiğince iyi bir şekilde cevaplamaya çalışmak olduğunu söyler. Verilen cevap ise, meselenin canlılık değil hissebilirlik olduğu ve bitkiler ile insanlar ve -insan dışı- hayvanlar haricindeki diğer canlıların hissedebilirlikten yoksun olduğu açıklamasıdır. İşte, bir veganın hayvanları bitkilerden ayrı bir yere koymasının gerekçesi olarak hissedebilirliği ileri sürdüğünde savunmuş olduğu bu konum, sentiyosentrizmdir.

Bu açıklama mukabilinde “Ama bitkiler de hissediyor!” itirazıyla karşılaşmak çok muhtemel olduğu için, hayvanları bitkilerden ayıranın hissedebilirlik olduğu cevabını bitkilerin neden hissedebilirliğe sahip olmadıklarına dair, çünkü bunun için şart olan sinir sistemine sahip olmadıkları, çünkü hissedebilirliğin bitkilerde bir işlevi olamayacağı gibi açıklamalar takip eder. Bununla birlikte, bitkilerin de hissedebilir olduğu savı, veganlığa karşı bir itiraz teşkil ederse de, sentiyosentrizme karşı bir itiraz değildir; eğer bitkiler de hissedebilir canlılar ise, bu, sentiyosentrizmin haksız olduğu anlamına değil, sentiyosentrist etiği benimseyen kişinin, insanlar ile insan harici hayvanların yanına bitkileri de koyması gerektiği anlamına gelir. Sentiyosentrizme itiraz etmek, hissedebilirliğin hayvanları bitkilerden ayrı bir yere koymak için geçerli bir kıstas teşkil etmediğini söylemekle olur. Bu itiraz genellikle, “Bitkilerin de canı yok mu?” sorusunu saçma bir soru olarak gören ve ondan bıktığını ifade eden veganlar tarafından olduğu gibi, bu soruya sabırla cevap vermeye çalışan veganlar tarafından da uzun boylu üzerinde durulacak bir mesele olarak görülmez. Buna karşılık, bir veganın yukarıda bahsettiğim cevap ve açıklamaları onun vegan stantta konuştuğu birileri için nispeten kolay bir şekilde tatminkar bulunabilir olsa da muhatapları, ekoloji hareketi içerisindeki kimseler olduğu takdirde işler değişebilir ve bu mevzu çevre etiği tartışmalarında -sadece hayvan hakları meselesini değil, aynı zamanda insan hakları meselesini de alakadar eden- önemli bir tartışma konusunu teşkil eder. Evet, çok uzatmış olmaktan çekindiğim bu açıklamadan sonra esas gelmek istediğim mevzuya geçebiliriz.

Aylardır okumak niyetinde olduğum Dale Jameson’un “Etchics and Environment” (Etik ve Çevre) adlı kitabının bilhassa ilgimi çeken kimi başlıklarını geçenlerde okudum. Bu başlıklardan biri de biyosentrizm başlığıydı. Kitap biyosentrizmi, hayvan hareketindeki hakim görüş olan sentiyosentrizm (duyarmerkezcilik, hismerkezcilik) ile olan tartışması üzerinden anlatıyor. Bu başlığı okuduğumda gördüm ki, canlılığı etik topluluğa mensubiyetin kıstası olarak gören biyosentrizm ile bu kıstasın hissedebilirlik olduğunu ileri süren sentiyosentrizm, etik bakımından önemli olmanın doğrudan ve yalnız çıkarlara sahip olmak ile akalı olduğu konusunda ortaklaşıyorlar. Gözetilmesi gereken sınırları, zarar verilmemesi gereken çıkarlar üzerinden tayin etmek konusundaki bu ortaklaşmanın hayvan hareketinde uzun süredir hakim olan ve hayvan hareketinin etkisi ile çevre etiği tartışmalarına da sirayet eden sonuçsalcı ve yararcı düşüncenin devam eden hegomonyasının bir sonucu olduğunu ve bu sonucun da kaynağı olan şeye, yani sonuçsalcılık ile yararcılığa çıkmamasının olanağının bulunmadığını düşünüyorum.

Biyosentrim ile sentiyosentrizmin tartışmasına gelirsek; sentiyosentrizm diyor ki, hissedebilir canlılar etik olarak gözetilmesi gereken varlıklardır, çünkü çıkarlara sahiptirler. Biyosentrizm ise çıkarlara sahip olmanın hissedebilirliğin sonucu olmadığını, canlı olan her varlığın çıkarları bulunduğunu ve hissedebilirliğin bu çıkarları korumak ve gerçekleştirmek için var olan pek çok araçtan sadece biri olduğunu söyleyerek sentiyosentrizme itiraz ediyor. Sentiyosentristlerin bu itiraza cevabı ise, gerçek anlamda çıkarlara sahip olmanın, canlının başına gelenlere önem vermesi koşuluna dayandığı ve başına gelenlere önem verenlerin yalnız hissedebilir canlılar olduğu.

Yararcılık haz ve acı kavramlarını temel aldığı, yani yararcılık için hissedebilirliğin çok elzem bir yeri olduğu halde, biyosentrizmin, hissedebilirliği merkeze alan bir etik anlayış olan sentiyosentrizme karşı çıkarken bile, yararcılığın kullanıma soktuğu çıkar kavramını kullanması, argümanlarını bu kavramın haklı bir etik anlayışın temeli olarak meşruiyetini kabul ederek onun üzerinden kurması, yararcılığın hegomonyasının gücünü ortaya koyuyor. Ama ben yararcı etiğin hegomonyasının biyosentrizm üzerindeki etkisinin nasıl bir durum ortaya çıkardığından ziyade, sentiyosentrizmin biyosentrizme karşı kendisini nasıl savunduğu meselesini ve sentiyosentrizmin mevcut hâlini dert ediyorum ve esas itibariyle bu konu üzerine söz söylemek istiyorum.

Gözetilmesi gereken sınırların ve hakların, zarar verilmemesi gereken çıkarlar üzerinden kurulmasını sorunlu buluyorum. Çünkü, bir hakkın, zarar verilmemesi gereken bir çıkara işaret ettiğini söylersek, herhangi bir çıkara zarar vermeyen bir eylemin bir hak ihlali teşkil edemeyeceğini kabul etmiş ve ileri sürmüş oluruz. Bu düşünce, yararcılığın ta kendisidir ve bana kalırsa, asla geçilmemesi gereken bir sınır olarak hak kavramı ile bağdaşmaz. Bir düşünelim; bir hakkın ihlal edildiğinden bahsederken, bunu hakkı ihlal edilen kişinin zarar verilen çıkarının hesabını yaparak mı söyleriz? Ortada bir hak ihlali olup olmadığını ve bunun derecesini belirlemek bir çıkar hesabı işi midir? Bunu söylemek, bir eylemin hak ihlali olup olmamasının ve hak ihlali olduğu durumda da ne kadar büyük bir hak ihlali olduğunun her durum için değişeceğini söylemek değil midir? Sonra, hakkı ve hak ihlalini çıkar üzerinden tanımlıyorsak, yaşamı dert ve sefalet içinde geçen ve öyle de geçecek olan, hayattan elde edeceği haz ve kazançların, yaşayacağı acı ve kayıplar yanında hiçbir şey ya da pek az bir şey kalacağı kişi ile hayatı gönenç ve haz içinde geçen ve geçecek olan kişinin aynı derecede yaşama hakkına sahip olduğunu, hatta, birinci kişiyi, yani bedbaht olanı öldürdüklerinde ortada bir hak ihlali bulunacağını söyleyebilir miyiz? Söyleyebiliriz, diyenler arasında, önem arz edenin öldürülen bedbahtın yaşama isteği olduğunu; yaşamak yönünde iradesi olan birisinin yaşamaktan çıkarı ve bu çıkarın sonucu olarak yaşama hakkı bulunacağını ileri sürenlerin yer aldığını biliyorum. Bentham ve Bentham gibi yararcı olan, refahçılığın peygamberi Peter Singer’ın hayvanların yaşamaktan çıkarı olduğunu reddederken bu reddedişlerine hayvanların daimi bir şimdiki zamanda yaşadıkları, geçmiş ve gelecek algısından yoksun bulundukları için yaşamaya devam etmek yönünde bir iradeye sahip olmadıklarını gerekçe gösterdiklerini göz önünde bulundurunca, yukarıdaki argümanın yararcılık ile olan ilişkisi kendisini aşikar ediyor ve hakkın çıkar üzerinden tanımlanmasına ihtiyatla yaklaşılması gerektiği gibi, çıkarın istemek, irade etmek üzerinden tanımlanmasına da ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor.

Yukarıdaki argümanı ileri sürdüğümüzde, yani bedbaht olan kişinin yaşama iradesi olduğu için yaşamaktan çıkarı olduğunu söylediğimizde, sentiyosentrizmin biyosentrizme yönelttiği, gerçek anlamda çıkara sahip olmanın başına gelenlere önem vermek ile aynı anlama geldiği şeklindeki itirazı yinelemiş oluyoruz. Ama, bir şeyi istiyor, bir şeyi diliyor olmanın o şeyin bizim çıkarımıza olduğu anlamına geldiğini o kadar kolay ileri sürebilir miyiz? İstediğimiz ile çıkarımıza olan arasında böyle bir özdeşlik kurulabilir mi? Çıkarımıza olmayan şeyleri isteyip irade ettiğimiz olmaz mı? Bana söz konusu özdeşliği kabul ettiğimizde kapitalizmin tüketim kültürünün, arzu etmemizi sağladığı her metayı da çıkarımıza saymamız gerekir gibi görünüyor, ki bence bu meseleyi ele alırken kapitalizm ve tüketim kültürü ile yararcı etik arasındaki ilişkiye dair söylenenlere de bir bakmamız gerekiyor. Değinmekten kendimi alamadığım kapitalizm ile yararcılık ilişkisini bir tarafa bırakır da ele almakta olduğum örneğe dönecek olursak; bedbaht kişinin yaşama iradesine sahip olduğu için yaşamaktan çıkarı ve yaşama hakkı olduğu iddiası ile ilgili sormak istediğim bir diğer soru ise şu: Bu bedbaht yaşamayı çıkarına görmüyorsa ve yaşamak yönünde bir iradeye sahip değilse, onun yaşama hakkının da bulunmadığına ve birileri onu öldürdüğü takdirde ortada bir hak ihlali olduğundan bahsedemeyeceğimize mi hükmetmek gerekiyor?

İçkin değer/araçsal değer ikiliğini, yani varlıkları içkin değere sahip olanlar ve içkin değere sahip olanlar için burada bulunan salt araçsal değere sahip varlıklar olarak ayırmayı, hayvan hareketinde de karşılaştığımız bu Kantçı ve Stoacı ayrımı her tarafta kaynaklaştırılacak, sömürülecek, istismar edilecek bir şeyler arayan sömürgen zihniyetin neticesi olarak görüp reddetsem ve etik topluluğa mensubiyetin tek kıstası olarak hissedebilirliği görmesem de hissedebilirliğin benim için de ayrı bir yeri olduğunu ve bu bakımdan, katı bir tanesi değilse de bir sentiyosentrist olarak tanımlanabileceğimi söyleyebilirim. Ancak sentiyosentrizmin mevcut ya da hakim halinde çıkar ile hak arasında kurulan ilişkiyi, esas itibariyle yararcılığın hayvan hareketindeki hegemonyasının sonucu olarak kurulduğu kanaatinde olduğum bu ilişkiyi, en azından bu haliyle kabul etmiyorum. Bence bu halin nasıl bir hal olduğunun çok önemli bir örneğini yararcılığın bir sonucu olan refahçılığa karşı en çok savaşanlardan biri olan Gary Francione, hayvanların hakları olduğunu savunurken bunu “hayvanların kendileri için önemli olan çıkarları”ndan bahsederek ve hakkı birinin çıkarlarına zarar verilmesinin önündeki bir duvar olarak tanımlayarak veriyor. Francione’un Peter Singer gibi refahçılarla olan tartışması bence de çok kıymetli, ancak Francione bu tartışmayı Peter Singer ile aynı zemini paylaşarak yapıyor ve bu durum bir tutarsızlık ortaya çıkarıyor.

Francione’un hayvanlar mal olarak kalmaya devam ettikçe onların çıkarlarının her zaman mal sahibi insanların çıkarları için feda edileceği tespitini de çok önemli buluyorum. Hem hayvanların “mal” konumunun devam ettiği hem de onların çıkarlarının gerçekten gözetildiği bir dünya bence de mümkün değil, ancak Francione’un bu tespiti kurumsal bir mesele olarak hayvancılık ile ilgili bir tespit ve hayvanları kullanmanın kendi başına neden yanlış olduğuna dair bir şey söylemiyor ve genel bir durum olarak hayvanların mal konumu ile onların çıkarlarının insan çıkarları için feda edilmesi arasında kurduğu ilişki çok haklı olsa da hayvanların mal konumunun devam ettiği koşullarda da hayvanların onların çıkarları gözetilerek kullanılabileceği muhtemel istisna hallerini konunun dışında bırakıyor. Muhtemel istisna hallerinin ise, yalnızca ilkesellik değil, aynı zamanda “pratik” mevzu bahis olduğunda da önemli olduğu kanaatindeyim. Çünkü istisna halleri üzerinden kurulan söylemler, o istisna halleriyle hiç alakası olmayan mevcut gerçekliğin devam ettirilmesi için kullanılabilir, ki rehafçılığın yaptığı da budur. Refahçılık, mantıken olanaklı olsa da gerçeklikle alakası olmayan “mutlu sömürü” söylemi ile insanların vicdanını rahatlatarak, yalnızca sömürü ve istismarın değil, hayvanların çektiği acı ve eziyetin de devam etmesine hizmet ediyor. Bu yüzden, hayvanları kullanmanın kendi başına, yani sebep olduğu acı ve eziyetten bağımsız olarak da neden yanlış olduğu meselesi, “realist” ve “rasyonalist” olanlarımızca da gerçekliğe, yani hayvanların çektiği acı ve eziyete etkisiz denilerek bir tarafa atılabilecek bir mesele değil. Ama şunu vurgulamayı da elzem görüyorum: Hakkın ve hak ihlalinin ne demek olduğu meselesi, bu konu özelinde ise hayvanları kullanmanın neden yanlış olduğu meselesi, çıkarlara zarar vermeden hak ihlal edebildiğimiz, istismar edip sömürebildiğimiz bir dünya yalnızca mantıken değil, aynı zamanda pratikte de mümkün olsaydı bile önemli olurdu; çünkü yine ortada hak ihlali, istismar ve sömürü olurdu.

Hissedebilirlik ile hak arasındaki ilişkinin çıkar kavramı üzerinden açıklanmasının ya da bu açıklamanın rağbet görmesinin bir sebebinin de temelleri sağlam olan bir etik arayışı olduğunu düşünüyorum. Bu kaygı, Bentham’ın etiği matematikleştirerek ona bilimsel bir görünüm verme çabasında da kendisini gösteriyor. Etiğin çıkar kavramı gibi somutmuş izlenimi veren bir kavram üzerine inşa edilmemesi halinde temelsiz, romantik ve mistik bir hal alacağı düşünülüyor. Halbuki etiğin temeline daha maddi, daha elle tutulur bir şey olarak anlaşılabilecek çıkarı koyduğumuzda da, çıkarları gözetmenin ve gerçekleştirmenin neden iyi, onlara zarar vermenin ise neden kötü olduğu sorusu cevapsız kaldığı için, bu şekilde meydana getirdiğimiz etik daha temelli bir etik olmuyor. Ama ister yararcılığın hayvan hareketindeki hegomonyasından, isterse de etik üzerine söz söylerken metafiziğe, mistisizme, romantizme düşmeme kaygısından ileri gelsin, “Hayvanların hayatta kalmayı önemsemedikleri için yaşamaya devam etmekten çıkarları yoktur, bu yüzden onları canlarını yakmadan öldürebiliriz” diyen Bentham ve Singer’a karşılık “Hissedebilir her canlı yaşama iradesine sahiptir ve dolayısıyla yaşamaktan çıkarı vardır, bu yüzden öldürmemeliyiz” diye argüman üreten bir Francione’dan ve Francione’un böylece bir örneğini teşkil ettiği sentiyosentrizmden hiç hoşnut değilim (Francione’dan başka sebeplerle de hoşnut değilim aslında). Elimize çekici alıp, hayvan etiği tartışmalarında egemen olan yararcı temeli kırmak gerekiyor.

Gerçi etik topluluğa mensubiyetin kıstası olarak ileri sürdüğü bir-hayatın-öznesi olma vasfı hissedebilirlikten daha fazlasını gerektirdiği için sentiyosentrist sayılmaz, ama liberal olduğundan mıdır nedir, Kantçı dediğimiz Tom Regan bile Kafesler Boşalsın isimli kitabında hakkı Francione gibi bir çıkara zarar verilmesini engelleyen bir duvar olarak tanımlayarak bana “İyi de, sen Kantçısın, ne diyorsun?” dedirtiyor.