Merhaba. Ben bir ekolojistim.

Merhaba.

Ben bir ekolojistim. İnsan haklarını ve onun türevleri olan kadın haklarını, çocuk haklarını, LGBTİ+ haklarını… kabul eder ve insanlara bireysellikleri içerisinde değer veririm. Bu bakımdan hümanist değerlerin savunucusu olduğumu söyleyebilirim. Ama konu hayvan haklarına geldiğinde, meseleyi bütünlükçü bir şekilde ele almamız, parçadan önce bütünü gözetmemiz gerektiğini ileri sürerim. Hayvan hakları anlayışının insan merkezci olduğunu, salt insanlara daha fazla benzediği için hayvanları diğer canlıların üzerinde tuttuğunu söylerim. Konu hayvanlarsa, en sevdiğim düşünür Aldo Leopold’tur. Ekolojiyi gözettiğimizde, doğa üstündeki insan tahakkümünün yeter derecede ve tutarlı bir şekilde karşısında olduğumuzu düşünürüm. Elbette ben de hayvanlara değer veririm, ama ne yazık ki, bütünün gözetilmesi uğruna bireysel hayvanları feda etmek zorunda kalabiliriz. Bütünün, yani ekolojinin iyiliği yerel üretim ve tüketimi gerektirdiği için, kendi kendine yeter ekonomiler adına çeşitli hayvancılık pratiklerini uygulamak ve hayvanları kaynak olarak kullanmak mecburiyetinde kalmamız da mümkündür. Hem bulunduğu yereldeki en uygun geçim aracı hayvancılık olan yoksul insanlar varken, hayvan hakları adına hayvancılığa tamamıyla karşı çıkmak elitizmdir. Meselelere kesişimsel bir perspektiften yaklaşmak gerekir. Ama endüstriyel hayvancılığa kesinlikle karşı olduğumu belirtmeliyim.

“doğayı kaynak olarak görmemek” ne demek?

“doğayı kaynak olarak görmemek” ifadesinin anlamı fazlasıyla belirsiz. “doğayı kaynak olarak görmek” dediğimiz şeyin ne anlama geldiğini biliyoruz: insan ile insan harici doğa arasında ikilik kurup içkin değeri sadece insan ile sınırlayarak insan dışı doğayı insanın ihtiyaç ve arzularını tatmini için var olan bir şeyden ibaret görmek. Peki, doğayı kaynak olarak görmemek ne demek? Onu insan ihtiyaç ve arzularının karşılanması için kullanmamak mı? Bunun hayatta kalamamamız anlamına geldiği ve “doğayı kaynak olarak görmemeliyiz” derken kimsenin böyle bir şeyi kastetmediği açık. O zaman, doğayı ekolojiyi gözeterek kaynak olarak kullanmaktan mı bahsediyoruz? İyi ama, doğayı salt bir araç olarak görsek bile, insan çıkarlarının uzun vadeli düşünülerek “rasyonel” bir şekilde gerçekleştirilmesi de ekolojinin gözetilmesini gerektiriyor. Peki, tamamen insan çıkarlarını odağına alan insanmerkezci bir anlayışla hareket etmek de “rasyonel” olunduğu takdirde aynı yere çıkıyorsa ne demeye “doğayı kaynak olarak görmemek” diye bir şeyden bahsediyoruz? Doğanın içkin değerini tanımayı ekolojiyi gözetmeye indirgerken, insan için; doğanın diğer unsurları için kabul etmediğimiz haklar ve sınırlar kabul etmeye devam ettiğimiz ve edeceğimiz belli değil mi? Doğanın hangi unsuruyla nasıl bir ilişkimiz olması gerektiğini tayin etmeyip, onu yekpare olarak ele alıp kaynak olarak görmemekten bahsetmek; böyle bir şey hayatta kalamamak anlamına geldiğine ve kimsenin aklından böyle bir şey geçmediğine göre, günün sonunda insanın egemenliğini ve sömürüsünü gizlemeye hizmet ediyor olabilir mi?

Bakunin’in Hümanizmi

Klasik anarşizme yöneltilen eleştirilerden birisi, özcülük eleştirisidir. Devletin savunucuları devletin lüzumunu kötücül bir insan doğası varsayımı üzerinden gerekçelendirirken, klasik anarşizm buna insan doğasının özü itibariyle iyicil olduğunu ama otoritelerin onu bozup yozlaştırdığını ileri sürerek karşılık verir. Her iki taraf için ortak olan, değişmez ve evrensel bir insan doğası varsaymalarıdır. Kropotkin bu özcü ve iyicil insan doğası tanımını insan doğasındaki belirleyi eğilimin rekabet eğilimi değil, “karşılıklı yardımlaşma” eğilimi olduğunu ileri sürerek yapar. Ama Kropotkin insan ile insan harici hayvanlar arasındaki evrimsel devamlılık üzerinde durarak, insanın bu eğilime daha iki ayak üzerine kalkmadan önce sahip olduğunu ve onu diğer hayvanlarla paylaşmakta olduğunu da belirtir. Bakunin’in ise, yine iyicil ve özcü bir insan doğası ileri sürerken, aynı zamanda insan doğasını insan harici hayvanlar ile karşıtlık üzerinden tanımladığını da görüyoruz. Böylece Bakunin, Steven Best’in “bariz bir kabilecilik” diye nitelediği hümanizmi kendisine zemin edinmiş oluyor. Aşağıdaki alıntı bunu örnekliyor. Eğer topyekûn tahakküm karşıtlığından bahsediyorsak, hümanizm ile hesaplaşmamız gerekiyor. Çünkü hümanizm insan haysiyeti ve insan hakları için bir temel teşkil ederken, bunu insan ile insan harici doğa arasında bir ikilik kurarak ve insanı insan harici doğanın sahibi ve egemeni ilan ederek yapar. Topyekûn özgürlük için verilen mücadele; posthümanist bir özgürlük mücadelesi olmalıdır.

“Tüm insan ahlâkı, tüm kolektif ve bireysel ahlâk en başta insanlığa saygıya dayanır. İnsanlık saygısı derken neyi kastediyoruz? Hangi ırka, hangi renge, hangi cinse, nasıl bir entelektüel hatta ahlâki gelişim düzeyine sahip olursa olsun, her insanın hakkının ve onurunun tanınmasını kastediyoruz. Peki eğer bu insan aptaş, art niyetli veya adi biriyse hâlâ ona saygı duyacak mıyım? Elbette, eğer bu adam tüm bu özelliklere sahipse, onun alçaklığına, aptallığına ve acımasızlığına saygı duymam benim için imkânsızdır; onun bu özellikleri bana çirkin gelir ve benim öfkemi uyandırır. (…) Fakat aramızdaki en şiddetli, en acı hatta en ölümcül kavganın tam ortasında bile onun insani niteliğine saygı duymak zorundayım. Çünkü bir insan olarak benim kendi onurum buna bağlıdır. (…)

En uygun mizaca sahip olan en zeki maymunu ele alalım; onu en iyi, en insanca ortama koysanız bile, asla onu bir insana dönüştüremezsiniz. Her ikisinde de aptallığa veya çılgınlığa yol açan herhangi bir organik tahribat olmaması koşuluyla, en katılaşmış suçluyu veya akli yetenekleri son derece zayıf olan birini ele alalım; birinin suçluluğu ve diğerinin insanın bilincini ve görevini kavramaktaki başarısızlığı ne onların hatasıdır ne de doğalarından kaynaklanmaktadır; yalnızca içinde doğup büyüdükleri toplumsal ortamın bir sonucudur.”

Mihail Bakunin – Federalizm, Sosyalizm, Anti-teolojizm

Doğa Üzerinde Tahakküm Kurmak Doğaya Dahildir

“İlk ve tarafsız bir noktadan bakıldığında bu dünyayı bir Tanrı olarak görmek asla kimsenin aklına gelmeyecektir. Herhalde bu hepsi de bir başkası tarafından yenilip yutulmak için, amaçsız ölçüsüz, sadece kısa bir an için varolan sayısı meçhul milyonlarca can sahibi, fakat sıkıntı ve eziyet içindeki varlık formunda, ondaki acıya, ıstıraba, sefalete, yoksunluk ve ölüme katlanmak için, kendisini bizimki gibi böylesine aç bir dünyaya dönüştürmekten daha iyi bir eğlence düşünemeyen makul olmayan bir Tanrı olmalıdır. Çıplak bedenlerinde günde ortalama altmış milyon kırbaç şaklaması duyulan altı milyon zenci köle, açlık ve yoksulluğa katlanan ya da havasız bodrumlarda, tavan aralarında yahut sıkıcı ve kasvetli imalathanelerde dermansız takatsiz, kuru ve anlamsız bir hayat süren üç milyon Avrupalı dokuma işçisi biçiminde ve daha pek çok başka formda bu sefalete tanık oluyoruz sözgelimi. Bir tanrı olarak tamamen farklı bir şeye alışmış olması gereken bir varlık için ne eğlence ama!”

Arthur Schopenhauer, Din Üzerine

 

Schopenhauer yukarıda alıntıladığım pasajda panteizmi ve Hegel felsefesinin eleştiriyor. Ben de Schopenhauer’un burada ifade ettiği düşüncelerine katılıyor ve yeryüzünde yaşamın ortaya çıkıp hissedebilir canlıları ve insanı ortaya çıkaracak bir şekilde evrilmiş olmasını büyük bir talihsizlik olarak görüyorum. Ekoloji meselesi ile alakam varsa, yaşamı olumladığımdan değil, insanın insan harici doğayı üzerinde egemenlik kurabileceği bir şey olarak görmesini sorunlu addetmemden ötürü. Bunu, anti-natalist olup insan toplumunun yeninden üretimine karşı çıkan birisinin, böylece insanlığın devam etmemesinden yana olsa da yine de insana yönelik şiddet, tahakküm ve sömürüye karşı olmasına benzetebiliriz. İnsanın da doğanın bir parçası olduğunu ve onun insan harici doğa üzerindeki tahakkümü anlamına gelen örgütlenme ve faaliyetlerinin de doğaya dahil olduğunu kabul etmek gerekir. Kültür de doğaya dahildir. İnsan, doğanın dışındaki bir varlık olarak doğa üzerinde tahakküm kurmaz; söz konusu olan, doğanın bir parçası olarak insanın ya da insan olarak doğanın insan harici doğa üzerinde tahakküm kurmasıdır. Dünyada olup biten ne varsa, doğanın içerisinde meydana gelir. İnsanın doğanın dışında ve üstünde olduğunu ileri sürerek onun insan harici doğa üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıran düalizme karşı çıkarken, insanın insan harici doğayı egemenlik altına almaya çalışan eylemlerinin yanlışlığını doğaya aykırı diyerek gerekçelendirmek, insanı yine doğanın dışında sayarak aynı düalizmi başka bir amaçla tekrar kurmak anlamına gelir. Doğa üzerindeki tahakkümün karşısında duran bir etik için bile doğaya uygunluğun ya da aykırılığın doğru ile yanlışın kıstası olabileceğini düşünmüyorum.

İnsan Otçul Değil, Hepçildir

Kimi veganlar veganlığı savunurken bir argüman olarak otçul olduğumuzu ileri sürüyor ve buna mukabil pek çok navegan da hepçil oluşumuzu gerekçe göstererek veganlığa karşı çıkıyor. Otçul olduğumuzu ileri süren veganlar haklı değil; hepçiliz. Ama otçul mu, yoksa hepçil mi olduğumuz meselesinin veganlıkla bir alakası yok. Hepçil olmamız, hayat koşullarının öyle denk gelmesi ile evrimimizin bizi bitkilerin yanı sıra hayvan bedeni ile de beslenebilir canlılar haline getirmesi dışında, yani hayvan bedeni ile de beslenebiliyor olmamız dışında herhangi bir anlama gelmez. Hayvan bedeni ile beslenebiliyor olmamız ise bunu yapmamızı meşru kılmaz, zira bir şeyi yapabiliyor olmamız, o şeyi yapmamızı meşru kılmaz. Aksi geçerli olsaydı, insan haklarını ihlal edebiliyor olmamızdan hareketle insan haklarını ihlal etmenin meşru olduğunu ileri sürebilirdik. Bir şeyi yapabiliyor olmak o şeyi yapmayı meşru kısaydı, şöyle dememiz gerekirdi: herkes yapabildiğini yapma hakkına sahiptir. Hepçil olsak bile, hayvanları yiyecek kaynağı olarak kullanmadan da ihtiyacımız olan tüm besin öğelerini temin edebiliyoruz; demek ki, hayvanların bedenlerine yiyecek muamelesi yapmak evrimimizin bizi karşı karşıya bıraktığı bir zorunluluk değil ve önemli olan sadece bu. Ama bu arada şunu da belirtmeden geçmemeli; hayvanları kaynak olarak kullanmamızın doğamızdan ileri gelen bir zorunluluktan kaynaklanmamasının önem arz etmesi, insan hayvanları kaynak haline getirmeden yaşamını sürdürmesinin açıkça olanaksız olduğu bir durumda bulunduğunda onun bunu yapmasını meşru olacağı anlamına gelmez.

Hayvan Sömürüsünün İnsan-Hayvan İkiliği Kurularak Meşrulaştırılmasından İnsan-Hayvan İkiliğine Karşı Çıkılarak Meşrulaştırılmasına

Modernist ve hümanist düşünce yalnızca insanların özne olduğu iddiası üzerinden insanın hayvan üzerindeki tahakküm ve sömürüsünü meşrulaştırıyordu. Bugün ise özne olma vasfının sadece insanlara mahsus olmadığı, insan harici hayvanların da özne olduğu ileri sürülüyor ve bu da insan-merkezciliğin, insan-üstünlükçülüğünün ve insan-hayvan ikiliğinin eleştirisi adına yapılıyor. Ama, Donna Haraway gibiler tarafından, özneliğin insan harici hayvanlara genişletilmesi, daha önce yalnızca insanın özne olduğu ileri sürülerek savunulan şeyin; insanın hayvanları kullanabileceğinin, hayvanlardan yararlanabileceğinin gerekçelendirilmesinde, meşrulaştırılmasında kullanılıyor. Hatta insanların hayvanlardan yararlanmasını tahakküm, sömürü, istismar gibi terimlerle tanımlamanın, hayvanların özneliğini reddetmek, onları tamamen edilgen varlıklar saymak ve bu şekilde insan-üstünlükçülüğünü yeniden üretmek anlamına geldiği ileri sürülüyor. Ben ise burada insanın egemenliğinin, eleştiriliyor ve karşı çıkılıyormuş gibi yapılarak meşrulaştırılmasını görüyorum. Burada söz konusu olan eleştiri ile bir insanı kandırarak, manipüle ederek, rızasını inşa ederek bir şeye ikna etmenin eleştirilmesini o insanın özneliğini yadsımak ve paternalizm olarak nitelemek arasında bir fark görmüyorum. Bana kalırsa, hayvanların özneliğinin kabulü üzerinden savunulan onlardan tahakkümcü olmayan, sömürü ve istismar anlamına gelmeyen biçimlerde yararlanabileceğimiz iddiası, refahçılığın özgürlükçü renklere boyanmış bir biçimi. Hayvan-insan hiyerarşine karşı çıkıyormuş gibi gibi göründüğü için ise, aslında insan tahakküm ve sömürüsünün bir gerekçelendirilmesi olduğunun bilhassa vurgulanması gerektiğini düşünüyorum.

Tamam, Hayvanları Öldürmek ve Sömürmek Yanlış Ama Hayvancılıktan Başka Geçim Kaynağı Olmayan Yoksul Köylü de Mi Hayvancılık Yapmasın?

“Tamam,” deniyor, “hayvanları öldürmek ve sömürmek yanlış ama hayvancılıktan başka geçim kaynağı olmayan yoksul köylü de mi hayvancılık yapmasın?” Acaba hayvancılığa topyekûn karşı çıkmak ayrıcalıklı bir konuma sahip olmamızdan mı ileri geliyor? Konuya “kesişimsel” bir şekilde bakmamız gerekmiyor mu? Ayrıcalıklara karşı imiş gibi görünen bu düşünce şekli, aslında insanın hayvanlar karşısındaki ayrıcalıklı konumunu, onun hayvanlar üzerindeki egemenliğini meşru saymaktan kaynaklanıyor. Ayrıcalıklardan bahsedilirken sadece insanların başka insanlar karşısında sahip oldukları ayrıcalıklardan bahsediliyor ama en fazla ezilen, baskılanan, sömürülen insan kesimlerinin dahi insan harici hayvanlar üzerindeki egemen konumları göz ardı ediliyor. HAYIR, başka geçim geçim kaynağı olmayan yoksul köylü de hayvancılık yapmayacak. “Tamam, hakkı ve özgürlüğü için mücadele etmekte olan ezilen ve baskılanan insanları öldürmek, onlara işkence etmek yanlış ama başka geçim kaynağı bulunmayan insanlar da mı asker, polis olmasın?” diye sormadığımız gibi “Hayvancılıktan başka geçim kaynağı olmayan yoksul köylü de mi hayvancılık yapmasın?” sorusunu da sormayacağız. Hayvanların özgürlüğünü savunuyorsak; savunduğumuz, hayvanların mal ve kaynak konumunun topyekûn ilgası, dolayısıyla her türlü hayvancılığın ilgası olacak. Kapitalist çiftçinin yaptığı hayvancılığın da, yoksul köylünün yaptığı hayvancılığın da. İnsan köleliği, insanlara dair katliam ve işkence herhangi bir koşulda meşru kabul edilebilecek bir geçim kaynağı olmadığı gibi, katliam ve kölelik anlamına gelen hayvancılık da değildir.

Hayvan Haklarını ve Özgürlüğünü Savunmak, Köpeklerin Arama-Kurtarma Çalışmalarında ve Görme Engelli Bireyler Tarafından Rehber Köpek Olarak Kullanılmasına Karşı Olmamızı da Gerektiriyor Mu?

Kedi ve köpeklere yönelik şiddet ve istismara tepki gösteren naveganların çiftlik hayvanlarının maruz kaldığı şiddet ve istismar karşısındaki tepkisizlikleri ve onaylar tutumlarını eleştiriyoruz. Ancak diğer taraftan, hayvanların malımız ve kaynağımız olduğu mevcut dünyada, kedilere ve köpeklere yönelik keyfi görünen istismar biçimlerine karşı olan insanların, bu hayvanlara yönelik zorunluluk olarak değerlendirdikleri istismar biçimlerini onayladıklarını da görüyoruz. Hatta sadece naveganlar değil, sanıyorum ki kimi veganlar da bunu yapıyor. Köpeklerin arama-kurtarma çalışmalarında ve görme engelli bireyler tarafından rehber hayvan olarak kullanılması bahsettiğim onaylanan istismar biçimlerinin örneklerinden. Hayvan istismarının bu biçimlerine de karşı olduğumuzu ifade ettiğimizde, zannediyorum ki aralarında veganların da bulunduğu pek çok insan işi abarttığımızı ve sağduyudan uzak düştüğümüzü düşünüyor. Tıpkı yoksulluğu ve insan üzerindeki sömürüyü ortadan kaldırma dileğini paylaşan ama bunun için mevcut düzeni köklü bir şekilde değiştirmekten bahsettiğimizde abarttığımızı ve sağduyudan uzak düştüğümüzü düşünenlerin yaptığı gibi. Burada söz konusu olan sağduyu; insanların hayvanlar üzerinde sahip ve egemen olduğu bir dünyanın sağduyusu ve hayvan hakları ile özgürlüğünü gerçekten ve tutarlı bir şekilde savunmak, bu sağduyu ile ters düşmeyi gerektiriyor. Genel olarak özgürlüğü savunmak; özgürlüğün olmadığı bir dünyanın sağduyusundan, makuliyetinden, aklı başındalığından uzaklaşmayı gerektiriyor. Damak zevki ve eğlence gibi sebeplerle hayvanları kullanmamızın kabul edilemez olduğunu ve ama keyfi olmayan sebeplerle onları kullanabileceğimizi düşünüyorsak, yine insan çıkarlarını hayvanların özgürlüğünden üstün tutuyoruz ve insanın hayvanlar üzerindeki efendiliğini savunuyoruz demektir. Savunduğumuz belki daha yumuşak bir efendiliktir ama yine de efendiliktir.

Öldürdüğü Hayvana Saygılı İlkel Avcı Hikayesi, Kendi Ahlâkımızı Ezilen Halklara Dayatmak ve Hayvan Hakları

Avcı-toplayıcı halkların doğanın efendisi değil, bir parçası olduklarının bilincinde ve insan harici hayvanların da bir parçasını teşkil ettiği insan harici doğaya karşı saygılı ve onunla uyumlu bir hayat süren insanlar olduklarına dair anlatılagelen bir hikaye var. Bu hikayenin anlatıcılarından olan anarko-primitivistler, derin ekolojistler ve eko-feministler gibi kesimlerden gelen bir iddia olarak hayvanları öldürmemizin saygılı ve meşru biçimlerinin var olduğu iddiası ile karşılaşıyoruz. Bu iddiayı ileri sürenlere göre, endüstriyel hayvancılık gibi pratikler içerisinde öldürülen hayvanlar böylece nesne olarak muamele görüyor olsa da, doğa ile uyumlu ilkel avcı, yalnızca ihtiyacı ölçüsünde avlanmakta ve öldürdüğü hayvana saygı duyup, onun içsel değerini tanımaktadır. Anlatılan bu hikayenin gerçeklik ile uygunluğunun hayli şüpheli olması meselenin ayrıca irdelenmesi gereken bir yönünü teşkil ediyor. Bunun yanı sıra, hayvanları öldürmememiz gerektiğini söylediğimizde onları “ihtiyacımızca” ve cansız kıldığımız bedenlerine yiyecek olarak muamele edeceğimiz için kendilerine teşekkürlerimizi sunarak öldürmemizi öneren bu ilkel avcılık savunucularının konumu, öldürdüğü hayvana saygı gösteren ilkel avcı hikayesinin doğruluk derecesinden bağımsız olarak saçma bir yerde duruyor. Çünkü zorunluluk koşullarını farklı değerlendirmek makul kabul edilse bile, birisini öldürüp bedenine yiyecek muamelesi yapmanın saygılı bir şekli olamaz. 
Anarko-primitivistlerin, derin ekolojistlerin ve eko-feministlerin doğaya saygılı ilkel avcı hikayesini sahiplenmelerinin bu kesimlerin medeniyet ile tahakküm arasında kurdukları ilişki ile alakası var. Bir de, mesela, Kızılderili kültürlerini yaşatmayı ya da yeniden canlandırmayı amaçlayanlar arasında, bu kültürlerin bir parçası olarak böyle bir avcılığı savunanlara rastlıyoruz. Dahası, bu kişilere bir kültürü devam ettirmek adına hayvanları öldürmenin kabul edilemez olduğunu söylediğinizde kendi ahlâkını ezilen halklara dayatan beyaz üstünlükçüsü bir sömürgeci ilan edebiliyorsunuz. Bu tutumun, İslam dünyasındaki muhafazakârların kadının erkeğe tabi olduğu durumu geleneksel otantik kültürün bir parçası olarak savunup, kadın mücadelesini ve kadın özgürlüğü lehindeki gelişmeleri Batı kültür emperyalizminin müdahalesi olarak görmesinden özde bir farkı yok. Aynı duruma başka bir örnek olarak; Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine yönelik tepkinin yükseldiği dönemde geleneksel ve otantik Hint kültürünü sahiplenme çabasının bir sonucu olarak Sati ritüeli olaylarının artması ve bu ritüelin Hint milliyetçileri tarafından sömürgecilerin dayattığı kültürü karşıtı olarak tanımlanan milli Hint kültürünün bir parçası diye savunulmasından bahsedilebilir. Kocaları ölen dul kadınların, kocalarının cesedinin yakıldığı ateşte kendini yakarak intihar ettiği dini bir ritüel olan ve kadının kocasına sadakatinin nişanesi olarak ululanan ve teşvik edilen Sati ritüelinin erkek egemenliği ile alakası ortadadır. Otantik yerli kültürünü yaşatmak adına hayvanları öldürmeyi savunmanın insan egemenliği ile alakasının farkına varmamız ise, insanlar olarak hayvanlar üzerinde sahip olduğumuz egemenliğin şiddeti sebebiyle o kadar kolay olamamakta.
Sömürgecinin ezdiği ve sömürdüğü halkın aşağı ilan ettiği kültürünü yok edip, yerine üstün saydığı kendi kültürünü dayatması sömürgeciliğin asla önemsiz sayılamayacak bir yönü olarak karşımızda durmaktadır. Ancak bu durum, sömürgecinin dayattığı kültürün karşıtı olarak benimsenip yerli ve otantik olduğu ileri sürülen kültürü topyekûn olumlamamızı gerektirmez. Çünkü, bir halkın ezilmesi, onu tamamen eşitlerden meydana gelen homojen bir toplam kılmaz. Onu meydana getiren gruplar ve bireyler, ezilen bir halka mensubiyetlerinden ötürü, salt ezilenler olarak tanımlanamazlar. Ezilen bir halkın içerisinde de birbirine göre ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen konumunda bulunanlar vardır. Ayrıca, ezilen bir halkı meydana getiren insanlar, bütün madun konumlarına rağmen, insan harici hayvanlar ve insan harici doğa karşısında egemen konumunda bulunabilirler. Elbette bu gerçek o halkın kültürü ile ahlâkında da karşılık bulur. Sömürgecilik ve emperyalizme karşı tutum alırken, ezilen halkın içerisinde var olan, ama insan ile insan, ama insan ile insan harici hayvanlar ve insan harici doğa arasında var olan tahakküm ve sömürü ilişkilerinin de farkında olup, bunları da mahkûm etmemiz gerekir.

Ekoloji ile Hayvan Haklarının İlişkisi Bağlamında Hayvanlara Verdiğimiz Doğrudan ve Dolaylı Zararlar Ayrımı Meselesi

Otoyollar yapmak, barajlar inşa etmek, maden çıkarmak, enerji üretmek, fabrikada üretim yapmak gibi ekonomik maksatlarla yeryüzüne müdahale eder ve etkide bulunurken hayvanlara verdiğimiz zararları “dolaylı zararlar” olarak adlandırarak hayvan hakları meselesinin dışında tutmaya çalışmak yönünde bir eğilim mevcut. Dolaylı zararlar, terimi ile, hayvanların kaynak olarak kullanılmadığı ve zarar verme maksadı taşımayan pratiklerimiz sırasında hayvanlara verdiğimiz zararlar kastediliyor. Dolaylı zararlar dedikleri zararları hayvan hakları meselesinin dışında tutmaya çalışanlara göre, hayvan haklarının konusunu hayvanların kaynak olarak kullanılması ile sınırlamak gerekiyor. Zaten, hayvanlara verdiğimiz dolaylı zararlar da temelde onları kullanabileceğimiz şeyler olarak görmemizden ileri geliyor ve bu yüzden, bu sorunun çözümü de dünyanın veganlaşmasından geçiyor. Dünya veganlaştıkça, hayvanlara dolaylı olarak zarar verdiğimiz pratiklerimizi hayvanları gözetecek şekilde dönüştüreceğimizi ileri sürüyorlar.
Toplumun veganlaştıkça hayvanları daha fazla gözetir hale geleceğini söylemekte bir doğruluk payı olsa da, bu iddialar, ister istemez, sınıfların ortadan kaldırılması ile insanların mustarip olduğu diğer sorunların da çözüleceğini ileri süren ortodoks sosyalistleri akla getiriyor. Zira, burada söz konusu olan görüşte de bir indirgemecilik ve abartılan bir nedensellik mevcut. Bununla birlikte, bu görüşte olanlar, onlara sorarsak, elbette ki dolaylı zararlar sorunun çözümü için dünyanın vegan olmasını beklememizi önermiyorlar. Bilakis, dünyanın vegan olması sürecini hızlandırmak için insanlara tutarlı ve ikna edici argümanlarla veganlık anlatmamız gerektiğini her fırsatta ifade ediyorlar ve aslına bakarsanız kendileri de bu işe bir hayli mesai harcıyorlar. Ortodoks sosyalistler de insanlığın sorunlarının çözümü için oturup devrimi beklemediklerini, aksine devrimi örgütlemek için canla başla çalıştıklarını söyleyebilirler söylemesine, ama bu ne anlam ifade eder? Ekolojik kriz bugünün meselesi iken, dünya tam da bugün pek çok canlı ile birlikte hayvanlar için de yaşanmaz hale geliyor iken, ekoloji mücadelesini sahiplenmeyip, bu meselenin hallini dünyanın vegan olacağı gelecekteki belirsiz bir tarihe ertelemek, vegan bir dünyanın ekolojik bir dünya da olacağını farz etsek bile pek makul bir yerde durmuyor.
Dolaylı zararlar diye bahsetmekte olduğumuz zararlara yol açan ekolojik tahribatın kapitalizm ve piyasa ekonomisi, antikapitalistlerin de azade olmadığı kalkınmacılık, endüstriyelizm, ilerlemecilik gibi sebepleri var iken, dünyanın veganlaşmasının dolaylı zararları ortadan kaldıracağını nasıl ilerisi sürebiliriz? Dünyanın veganlaşması kapitalizmin ve piyasa ekonomisinin ortadan kalkmasını ve ekolojik bir devrimi beraberinde mi getirecek? Ekoloji mücadelesini sahiplenmeksizin, ekolojik sorunların veganlığın yaygınlaşması sonucu ortaya çıkacak hayvanlara yönelik duyarlılığımızın bir sonucu olarak kendiliğinden çözüleceğini söylemek, hayvan sömürüsü meselesini kapitalizm ve ekolojik tahribat meselesine indirgeyenlerin yaptığı indirgemeciliğin aynısını yapmak ve ekoloji meselesini fazla basite almak demektir. Dünyanın veganlaşması ile dolaylı zararların da ortadan kalkacağını savunanların, aynı zamanda, mevcut kapitalist ve endüstriyel toplum koşullarında da dünyanın vegan olmasının mümkün olduğunu savunanlar olmaları ise bahis konusu görüşü ikna edicilikten daha da uzak kılıyor.
Ama ekolojik tahribat yoluyla hayvanlara verdiğimiz dolaylı zararları doğrudan zararlardan ayırma çabasının arkasında bazı haklı kaygılar olduğunu belirtmek gerekiyor. Bunlardan ilkinin, araba kullanmak yerine bisiklete binen naveganların böylece ekolojiyi gözetmiş oldukları için hayvanlara bisiklete binmek yerine araba kullanarak ekolojiyi daha az gözetmekte olan veganlardan daha fazla fayda sağladıkları ya da daha az zarar verdiklerini ve böylece daha etik bir pratik içerisinde bulunduklarını dillendiren hayvan özgürlükçüsü beyanlı kişilerin varlığı olduğunu söyleyebilirim. İkinci olarak, içinde yaşadığımız mevcut dünyada yeryüzündeki varlığımızın her koşulda ve bundan kaçınmak için gösterdiğimiz tüm gayrete rağmen şu ya da bu şekilde hayvanlara zarar verecek olmasını gerekçe olarak ileri sürerek veganlığın anlamsız olduğunu ilan edenler ve bunların çeşitlemeleri var. İşte bu kesimlerin varlığı, dolaylı zararları ve ekoloji meselesini hayvan hakları meselesinden ayrı tutma yönündeki eğilimin anlaşılabilir sebeplerini teşkil ediyor. Anılması gereken ve haklı bulmadığım bir başka kaygı ise, ekolojik tahribat ve kapitalizm gibi meselelerin hayvan hakları ile ilişkisinden bahsetmenin insanlara ulaşmayı güçleştireceği inancından kaynaklanan bir tür popülizm. Elbette ihtiyatsızca sarf ettiğimiz laflarla bir takım yanlış algıları beslememek için dikkatli olmak gerekiyor. İnsanlara veganlık anlatmak ve veganlığın yayılmasını sağlamak gibi bir derdimiz elbette ki var. Ancak, yanlış algılara beslemeyelim, veganlık anlatabilelim ve insanları veganlığa ikna edebilelim diye ekolojiyle ya da kapitalizmle (ya da devletle ve hiyerarşik toplum düzeni ile) hayvan sömürüsü arasındaki ilişkiden bahsetmekten imtina etmek, veganlığı anlatabilmek için hayvan haklarından vazgeçmek olacaktır.