Öldürdüğü Hayvana Saygılı İlkel Avcı Hikayesi, Kendi Ahlâkımızı Ezilen Halklara Dayatmak ve Hayvan Hakları

Avcı-toplayıcı halkların doğanın efendisi değil, bir parçası olduklarının bilincinde ve insan harici hayvanların da bir parçasını teşkil ettiği insan harici doğaya karşı saygılı ve onunla uyumlu bir hayat süren insanlar olduklarına dair anlatılagelen bir hikaye var. Bu hikayenin anlatıcılarından olan anarko-primitivistler, derin ekolojistler ve eko-feministler gibi kesimlerden gelen bir iddia olarak hayvanları öldürmemizin saygılı ve meşru biçimlerinin var olduğu iddiası ile karşılaşıyoruz. Bu iddiayı ileri sürenlere göre, endüstriyel hayvancılık gibi pratikler içerisinde öldürülen hayvanlar böylece nesne olarak muamele görüyor olsa da, doğa ile uyumlu ilkel avcı, yalnızca ihtiyacı ölçüsünde avlanmakta ve öldürdüğü hayvana saygı duyup, onun içsel değerini tanımaktadır. Anlatılan bu hikayenin gerçeklik ile uygunluğunun hayli şüpheli olması meselenin ayrıca irdelenmesi gereken bir yönünü teşkil ediyor. Bunun yanı sıra, hayvanları öldürmememiz gerektiğini söylediğimizde onları “ihtiyacımızca” ve cansız kıldığımız bedenlerine yiyecek olarak muamele edeceğimiz için kendilerine teşekkürlerimizi sunarak öldürmemizi öneren bu ilkel avcılık savunucularının konumu, öldürdüğü hayvana saygı gösteren ilkel avcı hikayesinin doğruluk derecesinden bağımsız olarak saçma bir yerde duruyor. Çünkü zorunluluk koşullarını farklı değerlendirmek makul kabul edilse bile, birisini öldürüp bedenine yiyecek muamelesi yapmanın saygılı bir şekli olamaz. 
Anarko-primitivistlerin, derin ekolojistlerin ve eko-feministlerin doğaya saygılı ilkel avcı hikayesini sahiplenmelerinin bu kesimlerin medeniyet ile tahakküm arasında kurdukları ilişki ile alakası var. Bir de, mesela, Kızılderili kültürlerini yaşatmayı ya da yeniden canlandırmayı amaçlayanlar arasında, bu kültürlerin bir parçası olarak böyle bir avcılığı savunanlara rastlıyoruz. Dahası, bu kişilere bir kültürü devam ettirmek adına hayvanları öldürmenin kabul edilemez olduğunu söylediğinizde kendi ahlâkını ezilen halklara dayatan beyaz üstünlükçüsü bir sömürgeci ilan edebiliyorsunuz. Bu tutumun, İslam dünyasındaki muhafazakârların kadının erkeğe tabi olduğu durumu geleneksel otantik kültürün bir parçası olarak savunup, kadın mücadelesini ve kadın özgürlüğü lehindeki gelişmeleri Batı kültür emperyalizminin müdahalesi olarak görmesinden özde bir farkı yok. Aynı duruma başka bir örnek olarak; Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine yönelik tepkinin yükseldiği dönemde geleneksel ve otantik Hint kültürünü sahiplenme çabasının bir sonucu olarak Sati ritüeli olaylarının artması ve bu ritüelin Hint milliyetçileri tarafından sömürgecilerin dayattığı kültürü karşıtı olarak tanımlanan milli Hint kültürünün bir parçası diye savunulmasından bahsedilebilir. Kocaları ölen dul kadınların, kocalarının cesedinin yakıldığı ateşte kendini yakarak intihar ettiği dini bir ritüel olan ve kadının kocasına sadakatinin nişanesi olarak ululanan ve teşvik edilen Sati ritüelinin erkek egemenliği ile alakası ortadadır. Otantik yerli kültürünü yaşatmak adına hayvanları öldürmeyi savunmanın insan egemenliği ile alakasının farkına varmamız ise, insanlar olarak hayvanlar üzerinde sahip olduğumuz egemenliğin şiddeti sebebiyle o kadar kolay olamamakta.
Sömürgecinin ezdiği ve sömürdüğü halkın aşağı ilan ettiği kültürünü yok edip, yerine üstün saydığı kendi kültürünü dayatması sömürgeciliğin asla önemsiz sayılamayacak bir yönü olarak karşımızda durmaktadır. Ancak bu durum, sömürgecinin dayattığı kültürün karşıtı olarak benimsenip yerli ve otantik olduğu ileri sürülen kültürü topyekûn olumlamamızı gerektirmez. Çünkü, bir halkın ezilmesi, onu tamamen eşitlerden meydana gelen homojen bir toplam kılmaz. Onu meydana getiren gruplar ve bireyler, ezilen bir halka mensubiyetlerinden ötürü, salt ezilenler olarak tanımlanamazlar. Ezilen bir halkın içerisinde de birbirine göre ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen konumunda bulunanlar vardır. Ayrıca, ezilen bir halkı meydana getiren insanlar, bütün madun konumlarına rağmen, insan harici hayvanlar ve insan harici doğa karşısında egemen konumunda bulunabilirler. Elbette bu gerçek o halkın kültürü ile ahlâkında da karşılık bulur. Sömürgecilik ve emperyalizme karşı tutum alırken, ezilen halkın içerisinde var olan, ama insan ile insan, ama insan ile insan harici hayvanlar ve insan harici doğa arasında var olan tahakküm ve sömürü ilişkilerinin de farkında olup, bunları da mahkûm etmemiz gerekir.