Sosyalizm ve Anarşizm Hayvan Hakları/Özgürlüğü Meselesini Sahiplenir Mi?

Kapitalizmin hayvan sömürüsünün de temeli olduğu kabulünden hareketle hayvan sömürüsünün ortadan kalkmasının da kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçtiğinin ileri sürülmesinin yanı sıra, sosyalizm ve anarşizm gibi anti-kapitalist düşüncelerin savunucularının, savundukları düşünce tüm sömürü biçimlerine karşı olduğu için, hayvan sömürüsüne de karşı olduğunu, dolayısıyla hayvan hakları/özgürlüğü mücadelesini de zaten kapsadığını savunduklarına tesadüf edebiliyoruz. Bu, doğrudan ve özel olarak hayvan hakları ve hayvan özgürlüğünü mesele edinen bir teori ve hareketin gerekliliğini yadsımak için kullanılan retoriklerden biridir ve mesela kadın meselesinden bahis açıldığında da karşımıza çıkan indirgemeciliğin bir tezahürünü teşkil eder.

Eşitlik ve özgürlük kavramlarının temel bir yere sahip olduğu hareketler içerisindeki insanların hayvan meselesi ile ilgilenmeye sağ hareketlere nispeten daha eğilimli olduklarını söylemek yanlış olmayabilir. Yahut, eşitliği ve özgürlüğü tutarlı bir şekilde savunan bir düşüncenin hayvan haklarını da tanıması ve savunması gerektiği gayet söylenebilir. Ayrıca, George Bernard Shaw, H. G. Wells gibi sosyalistlerin isimleri ünlü vejetaryenler arasında da anılır. Bir anarko-komünist olan Élisée Reclus ve Hıristiyan anarşizmi diye anılan görüşleriyle yine bir anarşist sayılan Tolstoy vejetaryendir. Paul Avrich, Anarşist Portreler isimli kitabında vejetaryenliğin “Portekiz ve İspanya’daki gibi Brezilya’daki anarşist hareket”in de bir özelliği olduğunu söyler. (Bu örnekleri, kendi zamanları için hayvanlara karşı bir duyarlılığı yansıttıkları için anıyorum; yoksa, vejetaryenlik de tüm naveganlık biçimleri gibi hayvanlara mal ve kaynak muamelesi etmek anlamına gelir.) Tarihi Brian Dominick’in Hayvan Özgürlüğü ve Sosyal Devrim isimli metninin yayınlandığı 1995 yılına kadar geri götürülebilecek, veganlık ile anarşizmin bir sentezini yapan “veganarşizm” diye bir düşünce de mevcut durumda. Hayvan özgürleştirme eylemleri ile tanıdığımız ALF (Animal Liberation Front – Hayvan Özgürlüğü Cephesi) lidersiz, yatay ve desantralize bir şekilde örgütlenip, anarşizmde temel bir yeri olan doğrudan eylemi mücadele yöntemi olarak benimsemesi bakımından anarşist ilkelerle örgütlenip eyleyen anarşist bir örgütlenme olarak biliniyor. Ancak, bu hareketler içerisinde var olan hayvan meselesini sahiplenme potansiyeline ve bu hareketler içerisinde bulunup hayvan meselesini benimseyen azımsanamayacak sayıdaki insana karşılık, sosyalizmin ya da anarşizmin verili haliyle ve zorunlu olarak hayvan hakları/özgürlüğü savunuculuğunu da içerdiğini söyleyemeyiz.

Yukarıda andığım olumlu örneklere karşılık, eğer reel sosyalizm deneyimlerini sosyalizm olarak kabul ediyorsanız, söylemeliyim ki, bugüne kadar var olmuş tüm sosyalist düzenlerde hayvanların mal ve kaynak konumu devam etmiştir. Sosyalizmin kimi önemli isimlerinin hayvan haklarına dair düşüncelerine gelirsek, mesela, Lenin’in Tolstoy’un vejetaryenliği ile dalga geçtiğini biliyoruz. Rus Devriminin Aynası Olarak Tolstoy isimli yazısında Tolstoy’dan bahisle şöyle diyor:

“Bir yanda toplumsal yalana ve namussuzluğa karşı dikkat çekici şiddette, doğrudan ve içten bir protesto, öte yanda bir ‘Tolstoycu’, yani alenen göğsünü yumruklayarak ‘ben kötüyüm, ben iğrencim, fakat ahlaki mükemmelliğin peşindeyim; et yemiyorum ve artık sadece pirinç köftesiyle besleniyorum’ diyen, adına Rus aydını denen, köhne, isterik bir miskin.”

Bir de Marx ve Engels’in ortak eseri olan Alman İdeolojisi isimli kitapta komünist bir toplumun nasıl tarif edildiğine bakalım:

“Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır.”

Yukarıda tarif edilen toplum belki insanlar için yabancılaşmadan ve sömüründen uzak bir toplum olabilir ama avcılığın, balıkçılığın ve hayvancılığın var olduğu bir toplumun hayvanlar için de sömürüsüz bir toplum olduğu söylenemez.

Anarşistlere gelirsek, mesela, kendini anarşist olarak adlandıran ilk anarşist olan Proudhon, Mülkiyet Nedir? isimli kitabında insanın hayvanlara karşı herhangi bir etik sorumluluğu olabileceğini reddeder:

“Hakkaniyet, adalet, ortaklık, canlı bir insanda kendi cinsinden bireylerle yaşanabilir ancak: Bir soydan ötekine, söz gelimi kurttan keçiye, keçiden insana, insandan Tanrı’ya, az da olsa Tanrı’dan insana geçmiş olmayacaklardı. (…) Kendi koyunlarına ve köpeklerine karşı çobanın adil olduğu söylenir mi? Hayır; altı aylık bir kuzundan iki yaşındaki bir koçtan aldığı kadar yün almak isteseydi, bir yavru köpeğin yaşlı bir köpek gibi sürüsünün gözcülüğünü etmesini dileseydi, çoban için haksız olduğu söylenmeyecek, tozutmuş olduğu söylenecekti; duygu bulunabildiği halde, hayvanla insan arasında işte ortaklık yoktur; insan hayvanları mallar gibi, denirse, duygulandırıcı mallar gibi sever, ama kişiler gibi sevmez.”

Anarko-komünist olan James Guillaume’nin anarşist ve komünist bir toplumu anlattığı Yeni Toplumsal Düzenin İnşası isimli metninde ise hayvanların toplum çıkarı için boğazlanacakları komünal mezbahalardan ve toplum yararı için boğazlanan bu hayvanların bedenlerinin komünizmin “herkese ihtiyacına göre” ilkesi doğrultusunda paylaşılmak üzere parçalanacakları komünal kasaplardan bahsedilir:

“Et için de aynı işlem yapılacaktır; hayvanlar komünal mezbahalarda kesilecek ve komünal kasaplarda işlenecektir.”

Anarşizmin tarihini anlatan Ne Tanrı Ne Efendi isimli belgeselde ise İberya Devrimi’nden bahsedilirken anarşistler tarafından özyönetimle idame edildiği söylenenler arasında başka iş kollarının yanı sıra balıkçılık, kasaplık ve deri sanayisi de sayılır:

“İspanya’nın en yüksek sanayileşmiş bölgesi Katalonya’da %75’ten fazla işyeri özyönetimle idare edilmektedir. Tramvaylar, taksiler, otobüsler, otel ve restoranlar, fırınlar, balıkçılık ve kasaplık, tekstil atölyeleri, deri ve ayakkabı sanayisi, tüm küçük ticaretler ve büyük şirketler kolektif şekilde idame edilmektedir.”

Ben vegan bir kapitalizm istemiyorum ya da hayvan haklarının “minimal devlet”in zor aygıtları tarafından desteklenen burjuva hukuku tarafından korunduğu liberal bir dünya amaçlamıyorum. Ama hayvanların bedenlerinin ve beden çıktılarının “herkese ihtiyacına göre” ilkesi doğrultusunda paylaşıldığı komünist bir dünya ile ya da hayvanların insanın tahakkümü altında olduğu anarşist bir dünya ile uzlaşmam da mümkün değil. Sınıfsız ve devletsiz bir dünya için mücadele eden ama hayvanların mal ve kaynak konumunu onaylamaya devam edenlerle, benim de sınıfsız ve devletsiz bir dünya amacını paylaşıyor olmam bakımından aynı mücadele içerisinde bulunuyor olabiliriz ama mevzu hayvanların özgürlüğüne geldiğinde bu kişilerle ayrı taraflarda bulunduğumuzu açıkça belirtmeyi elzem görüyorum.